13 Şubat 2011 Pazar

İNCİLER VE TAŞLAR


“Senin gecen; Senin zamanın

Ve seçtiğin göz; Nereden bakıyor bize?”*

Araf, cennetle cehennem arasında bulunan sed veya duvar; iki şey arasında kalan kısım anlamlarını içerisinde barındıran Kur’an’i bir lafızdır. Ortada durmak, yolu hizalayarak arşınlamak, bir uçurumun kıyısına varacak yola sapmamak bu yüzden belki de. Kendinizi illa da üç kelime ile anlatın diye bir soru gezinseydi peşimde, o üçlüden biri “araf “olurdu kesinlikle.

Arafı bu kadar önemsememin sebebi şu ki, cehenneme gidecek kadar kötü bir hayatın kıyısında durmamaya samimiyetle çaba göstermeye çalışmak ve dahi cennete gidemeyecek kadar da çok acizlik içinde bulunmak. Ama en fazlası farkında olmak, haddi aşmaktan korkmak. Bismillah: “ İki taraf arasında bir engel ve burçlar (A'raf) üstünde hepsini yüzlerinden tanıyan adamlar vardır. Cennete gireceklere: 'Selam size' derler, ki bunlar, henüz girmeyen fakat (girmeyi) 'şiddetle arzu edip umanlardır.' –(araf/ 46)-“ İşte Kur’an böyle tanımlıyor araf sakinlerini. Bir araf sakininin, elinde bir parça umutla, ortada bekleyecek kadar sabrı vardır nihayet,onu kaybetmemek için ömrünü feda etmeye hazır yüreğiyle birlikte.

Ortada kalmışlığı yazımın tam da burasında kelamdan kılıcımla ortadan ikiye ayırmak istiyorum. Birinci prototip ortada kalmışlar, yukarıda bahsettiğimiz bir var oluşla mayalanmışlardır. Ontolojik duruşları kararsızlıktan değil, aksine edepten boy verip yeşerir vaziyettedir. İkinici prototip ortada kalmışlar ise, nefsi arzularının boynuna dini terimleri geçirerek “evliya” olduklarını sanan güruhtur. İki grup arasında sayısal olarak sayılamayacak kadar çok farklılık mevcuttur elbette, lakin ben acizane, kelimelerim yettiğince inciden taşları ayıklamaya çalışacağım.

İnci Pilavı Ya Da Taşları Yemek Yasak

Araf sakini binasının temelinde sağlam harç kullanır, bir üflesen yıkılmaz, her gelen rüzgarla eğilmez, bükülmez. Nefsin sakini ise binasının temeline birçok zararlı madde karıştırmakla sonunu bizzat kendisi hazırlar. Her esen rüzgara eğilip bükülmekle “onur” kavramını uzaklara savurmaktan ar duymayacak kadar ustadır üstelik de. Araf insanın en büyük sermayesi samimiyettir, o havf ve reca arasında, tıpkı tahterevalliye binmiş gibi dengede durmaya ve yere değmemeye gayret eder. Sabır taşından tesbihini çeke çeke, sevaplarının günahlarından bir fazla gelmesini niyaz eder ömrü boyunca. Allah’ın varlığına şeksiz şüphesiz iman eder, sonra arafta yaşamaya kaldığı yerden devam eder.

Nefsin sakini öyle adı gibi sakin filan değildir, temelden sarstığı binası yıkılmasın diye habire sıva yapar kendince, sürekli bir hareket halinde oluşu bu yüzden elbette. O ilkel! zamanlarda da, modern! zamanlarda da, postmodern! zamanlarda da ortada kalmışlığın şaşkınlığı ile oryantal gibi döner. Nefsi ne arzu ediyorsa onu dinler ve eyler, sonra dini jargonu kullanarak araf sakinlerine vaaz eder. Namaz kılmak için “nasip” kelimesini kullanmaktan başka bir gayreti yoktur onun, nasibinin lütfen ve keremen ayağına gelmesini nafile yere bekler. Oruç tutmak ile verdiği sözü tutmak arasındaki çizgiyi fark edemeyecek kadar seküler bir zihni donanıma! sahiptir Gıybet ve yalan ise önemsiz ayrıntılardır nihayet; üstelik kendince pembesi, alı, moru filan da vardır bu yalanların.

Nefsin sakini, bir araf sakinini gördüğünde “ne der?”, dersiniz? Şunu der: “Allah affetsin ama elimde değil vallahi, zaman kötü azizim yoksa...” Sonra başına bir felaket gelir bu nefsin sakininin ve şöyle der: “Bunu hak edecek ne yaptım ki ben!, oysa ne kadar düzgün bir hayatım var, üstelik babaannemin de başı örtülü, dedemse hacı! hem sıkışınca fatiha bile okuyorum ben, daha ne olsun! “ Böyledir nefsin insanı, söylemden eyleme bir türlü geçemez, laf ebeliği ile kulları yanılttığını düşünür ama Allah’ın kanunlarını nasıl unuttuğuna/yonttuğuna bir türlü izah getiremez. Nefsin sakini “Ay canım ne var bunda herkes yapıyor” cahilliği ile, “biz de Müslümanız” ajitasyonunu harmanlayarak kendini bilmezlik hamurunda yoğurur durur kendini.

Ve son kelam, araf insanı sufi gibi döner, dünyanın güneş etrafında dönmesi gibi döner, yüzünü Allah’a döner, bir ayağını pergel gibi sabitleyip diğeri ile dünyayı döner. Dönerken de hikmet saçar etrafına, edeple... Nefsin insanı şuh duruşunun omzuna , cenazeye giderken örttüğü siyah şalını atar, güneş gözlüklerini takar ve öyle döner, oryantal gibi döner, dönerken de şehvet saçar etrafına, küstahça...

Aynı dünyada, farklı ütopyolarda yaşayan sakin:

Ve seçtiğin göz, nereden bakıyor bize?

Çekinme,hadi söyle.

*Bejan MATUR

Sümeyra AKTAŞ.

13.02.2011