31 Ekim 2010 Pazar

Derviş Vurgun Yermiş

Vurgun yemiş bir derviş
Soğuktan titreyen keşiş
Bir yanım sen
Diğer yanım
Vurgun yemiş bir derviş
Garipken garipsenen
Bir kafeste beslenen
Bir yanım sensizlik
Diğer yanım
Vurgun yemiş bir derviş

Sümeyra AKTAŞ

Ezberleşmiş Hayatlar


Etrafıma bakıyorum...

Sağıma, soluma, önüme, ardıma...

Okumaya okumaya aptallaşmış, ezberleşmiş en fenası da bunun farkına varmayan gençler görüyorum. Bu gençlerin çoğunun bir üniversite bitirmesi dahi durumu değiştirmiyor. Giyim mağazalarına girip çıkmaktan dayanılmaz lezzet alan bu güruhun, kitapçıya girerken içine kasvet basıyor. Haydi kitabını al da bir an evvel çıkalım diyen bir arkadaş istemiyorum hayatımda mesela. Okumayarak idrakine balyoz indirenler, yaşayarak nereye varmak isterler doğrusu onu da çok merak ediyorum.

Okuma serüveni okul döneminde olması gereken ve fakat okul bittikten sonra biten bir süreç gibi algılanıyor, o yüzdendir ki ben de dedeciğimi nadide bir çiçek gibi örnek veriyorum. Yetmiş yaşında hala yeni bir bilgiye hayretle bakan ve hala yepyeni şeyler öğrenmenin ve keşfetmenin lezzetine varan dedemi. Günde ortalama ez az yirmi sayfa Kur’an, yirmi sayfa kalın ciltli –ilmihal,atlas, seyahatname,ansiklopedi-, on sayfa normal ciltli kitap, bir takvim yaprağı, bir gazete ve ayda en az bir dergi okuyan dedemi.

Üniversite bittikten sonra genelde çevrenizdeki arkadaşlarınızdan kitap okuyamadığına dair serzenişler duyar ve hayat telaşesi denilen çarka daldığınızda asla kitap okuyamayacağınız gibi bir endişeye kapılmış olabilirsiniz. Bu hayat telaşı ya evlilik, ya çocuk, ya iş hayatı ya da hepsidir. Evet bunlar öğrenci olduğunuz zaman diliminde olduğu gibi -ki öğrenciyken eğer okumayı seven biri iseniz geçerli- rahat zaman dilimleri vermez size, lakin kitap okumaya vaktim yok demek sade bir klişeden ya da ezberletilmiş cümleden ibaret olsa gerek. İnsan içinde dünyaları taşıyabilen ve kendi başına bir alem olan varlık ise o zaman okumaya da yazmaya da en alasından vakit bulabilir.Şehiriçi ve Şehirlerarası otobüste , akşam dinlenme vakitlerinde, tatil günlerinde kitap okumak size sıkıntı değil keyif veriyorsa o zaman algılarınız öğrenme ve değer kazanma yönünde açık demektir. Ve fakat düşünce dünyanız akşam dinlenme sürenizde öylece uzanıp televizyon seyretmek yahut hergün bindiğiniz otobüste geçtiğiniz yolları ezbelemek ise ezberinizi bozun lüften. Çünkü o kadar ezber hayatlar yaşıyoruz ki. Sanırım bu ezber hayatlardan canımın sıkıldığı bir vakit dinlemiştim İsmet Özel’ den sebeb-i telif’i. Başkalarının aşkıyla başlıyor hayatımız ve imreniyoruz başkalarının mahvına...

Herşeye karşısın sen de diyen dostum haklı olabilir ama ben ezbere karşıyım, ezberletilerek gözüme sokulan şiirlere karşıyım mesela. Beş yaşındaki Arife’ye haydi bildiğin bir şiiri oku dediğimde o bildik “şiiri!” okumasına karşıyım. Her okuyuşta kendi ilkokul ezberimi bozmaya çalıştığım “o şiire” karşıyım! Alime olması gereken Arife’nin o bildik şiirlerle ezber bir hayat yaşamasına karşıyım. İsmi Arif olan erkek kardeşimin de “o şiiri” ezberlemesine karşıyım. Bu karşıtlığı -Arif’in gerçekten Arif olabilmesi için- onu İstanbuldaki tüm önemli kitapçı merkezlerine(sahaflara, yayınevlerine özellikle) götürüp istediği kitapları seçmesini sağlayarak, camilere, kiliselere, kütüphanelere, müzelere,saraylara götürüp anlatarak, yazarlarla görüştürerek sağlıyorum.

Üniversitede döneminde özellikle vize/final sınavlarına çalışırken arkadaşımla sınav öncesi birbirimize sorular sorardık. Kitapta yazılanı tam olarak söylemediğim zaman –ki hiç söyleyemedim- hayır öyle değil diye itiraz ederdi, ederdiler. Şu kelime şöyle olacak, burası böyle olacak, de si ayrı yazılacak da, da sı bitişecek.vıdı vıdı vıdı... Ben anladığımı kendimce ifade ederdim halbuki, anlamak istemezdiler. Çünkü ilkokulda aynı şiiri ezberlemiştik hepimiz ama ben o şiirlere hiç inanmadım, faize de . Sosyoloji okuyorduk, yorumlamamız gereken sorulara en çok sevinen ben oluyordum, işte istediğim gibi yazabileceğim diyerek, bana yorumumu sorup ezberlemeye çalışanlara gülüyordum. Benim yorumumu ezberleyerek hayattan mı sınavdan mı geçmeye çalışıyorlardı anlamıyordım ama buna çok gülüyordum gerçekten. Ezbere yaşayan insanları ömrüm buyunca sevmedim, Allah’ın sevmediklerini sevmek haddim değil diye düşündüm . Bildik cümleleri sanki kendi düşüncesiymiş gibi sunan profesörlere hiç saygı duymadım mesela. Dedemin ilmine daha çok güvendim, okusaydı profesör olurdun dedim ama aslında hiç istemedim. Önemli olan kimlikler üzerinden görünmek değildi, bunu öğrenmiştim. Facebookta biraz daha fazla görünür kılmak bedenleri, bir cümle kurmaktan daha kolay olmalı , bunu bilir ve söylerim. Kim kızar, kim ağlar, kim ağzını bozar, kim düşünür bunu ben bilemem ama Allah herkesi sıfır noktasına bırakıp, en güzel şekilde yarattığını beyan ettikten sonra düşünmeyene yazıklar olsun derim, hiç utanmam.

Aykırı olmak en son düşüneceğim şey olsa gerek ki hiç ayrık olmayı sevmedim. Ama içimden hep isyan ettim ezber hayatlara. Çünkü ezberleyerek öğrenen insanlar robotlaşmaya aday birer mekanizmadan başka birşey değildi. Tüketim toplumunun tüketen ve tükenen nesneleriydi. Başörtüsü yasaklarına takınılan ezberci tavrı eleştirirken aynı ezberciliğe düşülmesi bizi yerimizde saydırmış olabilirdi. Sığ sularda sıkılan, boğulan biz olmamız gerekirken birileri okyanusu aştı, bize el sallattırdı. İslamcılar uyurken biz okuyorduk diyenler art niyetli değillerse haksız da sayılmazlar bu anlamda, ama şu an tüm gençlik ezber paydasında eşitlenmiş durumda hiç merak buyurulmaya. Ezberini bozmaya niyetli olup, durumunu okuma moduna alanlara en afilisinden selam ola...

Sümeyra AKTAŞ.

3 Ekim 2010 Pazar

Nefsin Sivrilttiği Kalem


Yaklaşık bir ay kadar önce uykunun gözünün, beni pek tutmadığı bir gecede evimizde en sevdiğim bölüm olan kütüphaneyi karıştırmaya koyuldum. Algılarım bulunduğum zaman dilimi içerisinde hangi konu üzerinde yoğunlaşmışsa benim de ilgimi o türden kitaplar çekiyor. O gece de dikkatimi ciltsiz, küçük bir kitapçık çekti. İçinde uzun süredir arayıp durduğum aforizmalar vardı. Cümleler ve anlamlar. Cümleler 36 bölümü altında, koyu renkle yazılmış şu cümle, aramızın limoni olduğu uyku ile yollarımızı hepten ayırdı. “ölen kendi dünyasına gömülür.” Cümlenin altındaki aforizma ise şöyle idi: “Susmakta çok faydalar olduğunu bildiğim halde kalemimin konuşması hoşuma gidiyor. Ey aklına geleni yazan kalemim: Eğer hakkı söyleyemiyorsan sus. Eğer batıla alet oluyorsan sus. Eğer boşu boşuna gayret ediyorsan yine sus.”

Susmak yeri ve zamanı geldiğinde insana konuşmaktan çok daha faydalar sağlayan bir eylemdir. Hele eliniz kalem tutan, insanların sizden beklentileri olduğuna inanan bir kimse iseniz, ne kadar susacağınız ve ne kadar konuşacağınız çok önemlidir. Bu anlamda yazarak yahut konuşarak insanlara yol göstermeye çabalayan insanların hakkı söylemek iddiasında olup, aslında nefsini yücelttiğine şahit oldukça üzülüyorum. Kalemlerini hak adına batılın kalemtıraşı ile sivrilttiklerini gördükçe de kahroluyorum. “Ben kimseye yaşantımla örnek olmak durumunda değilim kardeşim, “yazarım” paramı da alır işime bakarım “ düşüncesi ile yola devam eden arkadaşlarımız çok büyük bir vebal altında olduklarının farkındalar mı bilemiyorum. Ama bilselerdi yazamazlardı herhalde, ellerinde tuttukları kalem düşerdi. Elbette yazılan her kelimenin yaşantıya geçmesi gibi bir durum söz konusu değil, çünkü yazdıklarımız yahut konuştuklarımız ütopyalar dünyasından çıkma oluyor çoğu kez. Yani ideal düşünceler dünyasında yaşama çabamızın tezahürleri. Lakin kendimizi Müslüman olarak tanımlıyorsak, çelişkilerle dolu bir hayatı yaşamamalıyız. Ortaya koyduğumuz iddialarımız ile dünyaya koyduğumuz tavır zıt düşememeli. Zira yaşantının dilden ve yazıdan daha tesirli olduğu bilincinde olmalıyız. Bir okur, yazıda gördüğü suretle, gerçek hayattaki sureti değerliyorsa ve bunun sonucunda hayal kırıklığı yaşıyorsa bu yazarın vebalidir. Kelime ve hayat arasındaki makas böylesi büyük bir aralığa dayanamaz kırılır.

Yazarak kendini ifade eden kimi insanlarda (yazar değil onlar), bir süre sonra da dikkat çekme adına “saçmalamak” baş gösteriyor. Artık susmak literatürden çıkıyor, alabildiğine saçmalanıyor. İçinde yaşadığı dünyaya sövgülerle para kazanıyor, sizinki de hayat mı be kardeşim serzenişleriyle dervişleştiğini zannediyor. Benim ise bu noktada en büyük üzüntüm, bu tür görüşlerin düşünce süzgecinden geçirilmeden alkışlanarak yüceltilmesi oluyor. İnsan bu alkışlarla yaşamaya fena alışıyor. Şak şak seslerini duymadan yaşayamayan yazar dervişlerimiz türüyor. Okuduğu kitap sayısını kafalarımıza vuran, yazdığı senaryoları gözümüze sokan, yaptığı programlarda poz kesen adamlar doğuyor. Kimsenin ne dediği umurumda değil diyerek aslında kendisini okuyanları ya da dinleyenleri aşağıladığının farkına varamıyor. En acısı da aşağılandığının farkında olmadan kendisini hep eksik, işe yaramaz gören okuyucunun hali oluyor.

İyi bir yazar benim gözümde tüm acıları kendi içinde hissetmekle kalmayıp onları sahiplenendir. Yeşil yol filmindeki siyah dev adamı hatırlarsınız. İşte o adam gibi, insanların hastalıklarını içine çekerek, kendini zehirlemek pahasına başkalarına hayat dağıtan olmalıdır. Yine Black filmindeki o öğretmen gibi. Hayatı pahasına kör, sağır ve dilsiz o kıza hayat veren olmalıdır. Acıyla hiç tanışmamış, kalbi hiç sıkışmamış, ciğeri yanmamış bir yazar olabilir mi?

Acı çekmeye tahammülü olmadan, yazılarını yahut kitaplarını “sadece” raflarda birer ürün, okurları da gelir kapısı olarak görenler, eleştirdiklerinin aksine asıl eleştiriyi hak edenlerdir. Çünkü her ölen kendi dünyasına gömülür. Yüce bir hedefi olmadan, günü kurtarmak yahut meşhur olmak için afili cümleler üretip “vay be” alan arkadaşlara/yazarlara/hatiplere âcizane bir tavsiye:

Kütüphanenizi “bir” kitap bulmak için terk edin. Ne dersiniz?

Sümeyra AKTAŞ.