29 Ocak 2010 Cuma

Karınca Kararınca




Karıncayım
Kararımdayım
ve
Niyetliyim
Yangına su taşımaya
ve
Evime buğday...
Sevmeye niyetliyim
Allah kabul etsin!



29 ocak biteli bi saat 47 dakka olmuş.
-sümeyra-

Kırkı Çıkmamış Sevdamıza Şiir


..................

ben uzaktan severim
seni de öyle sevdim
bir tutam gökkuşağı karıştı sevdamıza
kuş kanadı bir tutam
bıraktık korkularımızı
uçtuk gittik

İbrahim Tenekeci

Wenda(Kayıp)

28 Ocak 2010 Perşembe

"Bir Ruh Macerası" Analizi



Ayşe Şasa’nın ruhunun maceralarını anlattığı, kelimelere ruhunu damıttığı kitabı “Bir Ruh Macerası” Timaş yayınlarından çıktı.Kitap nehir söyleşi tarzında yapılmış. Leyla İpekçi,Meryem Atlas ve Berat Demirci konuşmaları gerçekleştirmişler.

Kitap Fuzuli’nin şu beytiyle başlıyor: “Kader senin hoşnutluğunu kazanmaktan başka bir iş yapmıyor; Kaza ise daima sana boyun eğmeye devam ediyor.”

Kitap ilk başta bir otobiyografi ve bir insanın hayatına ve özellikle ruh dünyasına tanıklık eder gibi gözükse de aslında bize ve ülkemize dair derin sosyolojik gerçeklikler barındırıyor. Ne yazık ki bu sosyolojik gerçekler en acı tarafından anlatılıyor. Kitabı bitirdikten sonra, sosyoloji ve siyaset birikimimden elde ettiklerimle çok derin şeyler düşünebildiğimi , aslında bir hayata tanıklık ederken bir ülkenin kaderine de tanıklık ettiğimi fark ediyorum.

Aile sosyolojisinden öğrendiğim her şeyi alt-üst eden ya da özetleyen ya da beni çok derin düşünmeye sevk eden şu kısmı nakletmek istiyorum evvela. Söyleşiyi yapan şunu soruyor: “Eve geldiğinizde rahatlıyor musunuz?”(Ayşe Şasa bu esnada ilkokul yıllarını naklediyor). Hayır diyor, “Ev sığınacağım bir yer olmadı hiçbir zaman”. Bu zihnimde şimşeklerin çakmasına sebep oluyor. Bir çocuk düşünün ki ev onun için sığınılacak ve rahatlanacak bir yer değil, üstelik tüm korkularının sebebi. Bu müthiş bir paranoya.

Kitapta anlatılan aile profilinin aslında ne kadar da dönemim konjonktürel (üst-elitist) yapısıyla uyuştuğunu görebiliyoruz. Şasa o döneme ait şu imrendiğim sosyolojik tahlili yapıyor: “Anne ve babamın kuşağı, çift kimlik veya parçalanmış kimliklerle dolaşıyorlar;işte annem bir tarafta geleneğe bağlı , bir tarafta Batı’yı idealize ediyor;ama arkadan gelen bana geleneğe ait hiç birşey verilmiyor. Dolayısıyla Ayşe Şasa ve onun gibiler serada yetişmiş bir bitki gibi Batı mahsulü özel aşılarla , özel ilaçlarla yetiştiriliyor.”

Yine kitapta beni vuran bir çocuğun ruh analizini yapan bir kısım: “Yedi sekiz yaşlarındaydım, bir kağıda “ Ben çok yalnız bir çocuğum, bu şişeyi bulan lütfen beni arasın!” diye bir not yazıyorum… Şişeyi denize atıp, rıhtımdan uzaklaşmasını seyrediyorum.” Bu basitçe bir çocuk sezgisi değil, seradan kurtulmak isteyen bir fidenin haykırışları bana göre.

Kitapta Şasa’nın sol ideolojiden nasıl etkilendiği ve bunun ne gibi bir çıkmaz olduğunu anlaması da anlatılıyor. Batı’dan devşirilen Burjuva düşmanına karşı, yine Batı’dan devşirilen marxsizm silahını kuşanmak. Kim düşman,kim dost…

Ve kitabın sonları Şasa’nın ruhunu doğru dehlizlere sokmasıyla devam ediyor. Bir ruhun nasıl sukuta erdiği, kalbine nasıl sekinetler indiği anlatılıyor. Yıllardır aynı toplum içinde yaşadığı fakat hiç haberdar olmadığı Müslüman camiayla tanışması da bana çok enteresan gelir. Bu aslında o dönemi yaşamış pek çok kişinin halini arz ediyor. İdeolojik körlüğün en dehşet verici yanı bu olsa gerek.

Kemal Tahirle dostluğu, Rauf Orbay’ı dayı olarak hayatında nasıl benimsediği, hepsi kitabın içine buğu buğu süzülmüş. Metaryalizmin, Kapitalizmin ve seküler hayatın en dehşet verici yanlarını da görebiliyoruz bu hayat hikayesinde. Kemal Tahir’e dair anlattığı şu bölüm çok ilgimi çekti. Kemal Tahir’den idam edilecek bir mahkumun son anlarında konuşması rica ediliyor , fakat sabaha kadar konuşacak bir şey bulamıyor. Ve Şasa’nın imrendiğim şu çıkarımı zihnime nakış gibi işleniyor: “Bu dünyada bütün konuşmalar geleceğe aittir, geleceği olmayan bir adamla konuşacak hiçbirşey yoktur.”

Ve idraklerimize giydirilmiş en güzel sözü yaşayarak söylüyor Şasa: “vahiyden uzak yaşamak ne korkunç bir şeymiş.”Evet, vahiyden uzak yaşamak çok korkunç bir şey, hayatın idrakine uzun yıllar görünenler ile varabilirsiniz, ruhunuzu ve aklınızı bilgilerle doldurabilir ve bunları ilah haline getirisiniz. Bunu da yapmıyorsanız zaten boşlukta yalpalamaktan başka çareniz yoktur. Fakat bilgiyi, rasyonaliteyi ilah haline getirenler de belli ki bir İlah arayışı içindeler. Ve farkındalık sürecine girdiklerinde çoğu için artık geç kalınmış bir zaman dilimine girilmiş oluyor. Ama yine de her şeye rağmen sorgulayan zihinlerin, merhametlerini ufak karşılıklara satmamış olanların gerçeği görebildiklerine sevinçle şahitlik ediyoruz . Onları seviyoruz, cennette hep beraber olmak istiyoruz, dua ediyoruz…

Şiddetle okumanızı ve notlar almanızı tavsiye ediyorum.

İyi okumalar.

Bir ruh Macerası-Ayşe Şasa

Timaş yayınları-2009

160 sayfa

Fiyatı: 8.5 TL

Bizim geleceğimiz gelmedi henüz,

Bizim geleceğimiz ölünce gelecek…

-Sümeyra-

27 Ocak 2010 Çarşamba

Su Değirmenlerinin Köyü



Bugünkü insanlar, sadece doğanın bir parçası olduklarını unuttular.
Ve hepimizin bağımlı olduğu doğayı yok ediyorlar.
Özellikle bilim adamları...
Akıllı olabilirler ama çoğu doğanın kalbini anlayamıyor.
Sadece, sonuçta insanları mutsuz eden şeyler icat ediyorlar.
Yine de icatlarıyla gururlular.
Daha kötüsü birçok insan da öyle.
Onlara mucizelermiş gibi bakıyorlar.
Ona tapıyorlar...

Modern dünyanın aklımı kurcalayan bilmecesini özetlemiş bu fragman.Olaya bir de Müslüman'ca bakınca kimin nerede durduğu önem arz ediyor.Sözlerimizi iyi tartmalı...Konuşmalı, kuşanmalı,yanmalı...Yeniden dirilene kadar...

http://www.vindir.org/yumedusler-su-degirmenlerinin-koyu-kurosava-hq--2056.html

Beni Yakışına



O esrarlı yangına bu can nasıl dayandı?
Sahile vurdu kalbim,su yandı,kum da yandı.
Bir mum gibi eriyip aktı uykusuzluğum,
Ölüme başkaldıran dertli uykum da yandı.
Yurdundan mahrum edip dolaştırdın Cem gibi.
Ruhumla söndü alev,sonra ruhum da yandı.
Kül oldu bir yiğidin figanıyla her umut.
Bülbülün küllerine konan puhum da yandı.
Böylesi bir yangını görmedi Nemrut bile.
Kaktüsün gölgesinde nazlı âhım da yandı.
Âhımdır zannederdim en belalı kıvılcım,
Kirpiğine dokunan kanlı âhım da yandı.
Bir damla su ver bana ey çöl!
Bari sen küsme.
Kalmadı hiçbir şeyim bak,günahım da yandı.
Yenilgiler bir tufan gibi çöktü üstüme.
Ülkem yıkıldı heyhat!
Ordugâhım da yandı.
Köleleri her akşam duman kıldı gözlerin,
Başıma tâc ettiğim padişahım da yandı.
İlk defa böylesine tutuştu gökkuşağı.
Renklerim siyah oldu ve siyahım da yandı.
O'ndan başka ne varsa yandı,
Yandık sen ve ben.
O'nu göreyim diye,kıblegâhım da yandı.

Nurullah Genç

fırat...ateri var mı sende?

Cumhuriyetin Dindar Kadınları


Fatma K. Barbarosoğlu’nun son kitabı “Cumhuriyetin Dindar Kadınları” profil yayıncılıktan çıktı. Kitap çıkar çıkmaz, dumanı üstündeyken okudum. Kitapta Osmanlı ile Cumhuriyet arasındaki gel-gitleri yaşamış dört hanımefendi ile cumhuriyetin kuruluşuna ve özellikle tek parti despotizmine şahit olmuş on iki hanımefendinin hayatlarına tanıklık edilmeye çalışılmış. Bu hanımefendilerin kitaba konu olan ortak özellikleri, cumhuriyet döneminde kamusal alandan soyutlanmaya çalışılan dindarlık imajını taşımaya çalışmış olmaları ve bu uğurda verdikleri mücadele.

Kitapta anlatılan dindar kadınlar, bizim lise yıllarında ilk kadın …. diye başlayıp övgüyle söz edilen kadınlar değil. Onlar hayat hikayelerini dahi anlatırken mahcubiyet yaşayan, başarılarını o zamanlar dindar oldukları için aşağılayanlara inat kamusal alanda var olma mücadelesi vermiş kadınlar. Kitapta anlatılan her öykü birbirini tamamlayıcı nitelikte aslında. Bir yap-bozun parçaları gibi o dönemin siyasi tarihini ve yaşantısını yerli yerine koyup görebiliyorsunuz. Fakat kitabı okumadan önce cumhuriyet dönemini ve uygulamalarını anlatan siyasi bir kitap okumanızı tavsiye ederim. Böylece yaşanılanları tahlil etmeniz kolaylaşacaktır.

Kitapta ilgimi çeken ve aklımda kalan en önemli yer Ankara ilahiyatta yaşanılanlar oldu. “A.Ü İlahiyat fakültesinin ilk yıllarına bir tanık” başlığıyla hayatı anlatılan Türkan Özkul, Ankara ilahiyatın ilk öğrencilerindendir. O sene ilahiyat fakültesine kaydolan elliüç kişi vardır. Yeni kaydolan öğrencilerin hepsi başka okulda okumakta olan öğrencilerdir. Çoğu bir ideal uğruna okudukları okulu terk etmiştir. …Türkan hanım dahil diğer öğrencilerin başı açıktır ve Kur’an dersi de başı olarak yapılmaktadır. …İlahiyat fakültesinde dersler geçilir fakat hiç kimse okulu bitirince ne olacağını bilmemektedir. Şüphesiz bu öğretimin en renkli tarafı kendisi de bir Budist olan Ömer Buda ‘nın dinler tarihi dersine girmiş olmasıdır. İki yıl boyunca öğrencilere sadece totemciliği anlatır Budist hoca.

Cumhuriyet dönemi dini dönüştürme çabalarıyla dolu bir dönem. Tamamen din dışı bir devlet olma iddiası olmayan rejim müdavimleri, çareyi dini kendilerine göre yaşanılır ve “zararsız” hale getirmekte bulmuşlardır. O dönemde kamusal alanda başörtüsü ile var olma çabalarının bile garip karşılanması aslında birçok meseleyi anlamaya yetiyor.

Yakın tarihimize bizce bir bakış açısıyla bakmak için önemli bir kitap.

İyi okumalar…

Fatma K. Barbarosoğlu-Cumhuriyetin Dindar Kadınları

Profil yayıncılık-231 sayfa.

Fiyatı: 12 lira

Deli

deli sizsiniz böyle bir çağda
akıllı kaldığınız için.
ben sizin
akla hayale sığmayan yanınızım
siz ki dünyayı üstünüze giyseniz
yine de açıkta kalırsınız çünkü gözleriniz
dipsiz bir ambar sanki.
ah siz,
mezarlıklar müdür olsanız bundan daha iyi
bir koyup hiç almasanız bir tohum gibi
kendinizi toprağa.

İbrahim Tenekeci

{BELÂ-YI AŞK}


“Yâ Rab belâ-yı aşk ile kıl âşinâ beni / Bir dem belâ-yı aşktan etme cüdâ beni

Mecnun aşktan iyice deli olduğu vakit babası alıp Kâbe’ye götürür onu. O zaman mültezeme dayayıp göğsünü tıpkı güzeller güzeli gibi, yukarıdaki dizeler ile dua eder. Ya Rab, bela-yı aşktan ayırma der. Seküler dünya insanlarına mistik bir anlatım gibi gelen bu hadise biz Müslümanlar için ne mana ifade etmelidir?

Aklını kaybetmiş, kendisinden hesap sorulmayacak kişiler bizim için delidirler. Peki, aşktan deli olmuş kişiler sahiden aklını mı kaybetmiştir yoksa Mecnunluk mertebesine mi erişmiştir? Aslında Mecnun olanın aklı değil aşkı başına gelmiştir. Dünya hesaplarıyla bitap düştüğü düşüncelerine aşkı giydirmiştir. Mecnun olmak ulvi bir hadisedir. Mecnun kelime olarak, çıldırmış, delirmiş demektir. Ama bizler hikâyede var olan aşkın kutsiliğini bildiğimizden, ona deli demekten imtina ederiz. Aslında deli olmak da mecnun olmak da neticede aynı kapıya çıkan hallerdir. Aşktan deli olmak ya da mecnun olmak ne fark eder ki. O hale eriştikten sonra size kim ki deli dese kızmazsınız, en büyük iltifat gelir. Çünkü ne için deli olduğunuzu iyi bilmektesinizdir. Delilik aşka muhalefet olsaydı, hiç sevmek delice olur muydu? Ya da sevmeyi tanımlamak için “delice” nitelemesini kullanır mıydık?

Seküler dünya insanı dediğim güruhun içine tevdi olalı beri, bizler de hesap kitaptan başımızı alamaz olduk. Tanrıyı bu dünyadan ayrı görmek ve göstermek için uğraşan batı dünyasına kayıtsız şartsız uyalı beri kendimizi ve aşkımızı tanıyamaz olduk. Her yaptığına maddi anlamda bir karşılık bekleyen kültürün çamurundan mayaladığımız ekmekleri yiyemiyoruz. Yesek de doymuyoruz, midemizi bulandırıyor sonra da hasta oluyoruz. O yüzden günümüz insanları aşkı anlamakta ve yaşamakta bu kadar gülünç durumlara düşebiliyor. Ekmeği çamurdan mayalayıp sonra da tat almayı bekliyorlar. Aşkı hesaba kitaba uydurmak için verdikleri çabayı, aşkı gerçekten anlamak için verebilseler o zaman sahiden mecnun olabilecekler. Mesela, Batının sinemasında üretilen deli, meczup karakterlerinin hiçbirisi bilgelik/ aşkınlık formu taşımaz, gözünle gördüğün gibi delidir o. Aklına danışman ve kanıtlaman yeterlidir. Oysa bizim sinema, tiyatro, menkıbe kültürümüzde, yüzlerce aşkı başında, insanlara ders verebilecek deli, meczup karakter vardır. Kimine akıllılardan daha akıllı deli yakıştırması yapılır, kiminin kalbindeki aşkı anlamaya bizim gibi akıllı insanların tahayyülü yetmez mesajı aktarılır.

Kişisel gelişim kitaplarıyla, kendi içindeki devi uyandırmaya çalışan akıllılara inat, ancak mecnun olabilenler içlerinde dev bir aşk büyütebilir, kendilerini en güzel hal ile var eden Rŭzi Resân’a… Bizlerin- akıllı insanların- mecnunlara bakıp ibret alması mı, yoksa gerçekten mecnun olanların biz akıllılara bakıp şükretmesi mi daha akıllıca, varın siz karar verin.

Aklımı başıma, aşkımı kalbime koyan Rabbime hamd ederim…

Ve aşkını başına almış tüm Mecnunlara selam ederim…

Oyun Arkadaşımdı Melda


Aynı mahallede yaşardık Melda ile, mahallede oyun arkadaşımdı yani. Ben çocuk kalbimle onu hep nazlardım; saçımı çekmelerine, üstüme su püskürtmelerine, dut ağacından kopardığı karadutları yedikten sonra ellerini üstüme sürmesine gülüp geçerdim. O ise en ufak bir olay olduğunda basardı yaygarayı, bütün mahalleyi ayağa kaldırırdı. Bir keresinde pahalı et bebeğinin saçları bozulmuştu diye ağlamaya başladı, sesini duyan annesi yanımıza geldi ve eliyle beni gösteren kızını teselli ettikten sonra açtı ağzını, gözünü yummadı merak etme sevgili okur…

Gözünü yummadı ama benim gözümden gelen yaşlara da mani olamadı. Evde öğrendiğim yaşam pratiği kendimden büyük birine söz söylememe hele de oyun arkadaşımın annesine ağzımı açmama müsaade etmiyordu. Eee peki ne mi yapıyordum, akşam uyumadan önce Allah ile konuşup derdimi anlatıyordum, ama hiç beddua etmiyordum. Oyun arkadaşı belli yaş grupları için sanıldığı kadar basit bir arkadaşlık değildir esasında, oyunları paylaşırken hayatı da paylaşırsın. Biz de ne kadar ezilen taraf hükmünde olsak da Melda ile oyun arkadaşıydık nihayetinde. Yaşımız ilerledikçe benim de ağzım laf yapar oldu ama bu hiçbir zaman Melda’nın inler tarzda ağlamalarına benzemedi. Melda istediği olmadığı zaman hep yakınırdı, ben de olup da onda olmayan bir şey varsa o zaman Melda’nın beni içten içe değil dıştan dışa kıskandığını anlardım. Küçükken kıskanılmak hoşuma gitse de yaşımız ilerledikçe bu kıskançlık hazımsızlığa dönüşmeye başladı. (Bu arada hazımsızlığa Kızılay soda acayip iyi geliyor duyurulur.) Lise dönemlerine geldiğimizde artık Melda yarışa tamamen eşyaları ve güzelliği üzerinden katılmaya karar vermiş görünüyordu çünkü evde ona öğretilen yaşam pratiği bunu gerektiriyordu. Yarış kelimesini bilinçli kullandım sevgili okur, çünkü Melda’ya öğretilen gaile hayatın bir yarış olduğuydu. O zaman içimden şunu geçiriyordum, küçükken en azından merhamet duygusuyla paylaştığı bazı şeyleri şimdi bir kaplan hırçınlığıyla kıskanıyordu. Ben de kıskanıyordum… Bazı zamanlar Melda’dan daha kıskanç oluyordum belki de, ama içimde bir frenleme mekanizması olduğunu bilip usulca frene dokunuyordum.

Melda ile aramızdaki ayrılık tohumları lisenin son dönemlerinde atılmıştı. Benim lisede Müslümanca yaşamak yönündeki kıyafet ve yaşam tercihim Melda ve ailesi için sorun olmuştu. Meldan’nın annesinden sıklıkla “kız bu ne hal, daha yaşın ne ki senin” laflarını işitir olmuştum. Yine “ annen seni zorla mı kapatıyor kız?” sözlerine muhatabiyetim aynı zamana rastlar.


Üniversite çağına geldiğimizde artık büsbütün benden uzak durmasına dair tembihler alıyordu Melda. Sadece gördüğü zaman belki suçluluk duygusuyla selam verip geçiyordu yanımdan. O zamanlar acaba ona ne zararım olabilir ki arkadaşlığımızın devamı halinde diye çok düşündüm ama cevabını çok sonraları buldum. Sana tavsiyem sevgili okur gözünü dört aç, saf saf düşünmekten vazgeç.

Üniversiteye girmeye hazırlandığımız demlerde Melda’da bir sevinç baş göstermişti. Nasılsa sistem beni oyuna girmekten alıkoyacak ve Melda hiçbir çaba göstermese dahi devlet onun yerine vekâleten beni oyundan atacaktı. Nasılsa devlet burjuvanın pardon milletin temsilcisiydi ya, hani egemenlik kayıtsız şartsız milletindi ya… Hani bugün 29 Ekimdi neşe dolacaktık, seneye kaldı artık, bugün çok hüzünlüyüm. Zaman geçtikçe Melda’daki kıskançlık eğiliminin psikolojide fazlası sapma olan bir kıskançlık eğilimi olmadığını fark ettim. Bu bireysel rekabetten çok, hayat tarzımdan haz etmediğini belirten bir tavırdı. Bana göre rekabet etmek çok anlamsız bir eylemdi.

Şimdi sevgili okur vay be sen de ne sütten çıkmış ak kaşıkmışsın deme sakın, çünkü Melda’da da aslında ak pak bir kızdı. Lakin evde dayatılan pratikler devlet tarafından da desteklenince ferasetini kaybetti. Benim kişisel olarak olaydaki tavrım, yaşanılanları iyi gözlemlemekti. Yazının ana temasını da işte veriyorum.

Nerde kalmıştık, evet üniversite diyorduk. Olaylar Melda’nın beklediği şekilde gelişmedi ve ben bir şekilde üniversiteyi bitirdim, başörtülü olarak. Artık önümüzde farklı hayat tarzları bizi bekliyordu, ben küçüklükten aldığım temellerin nasıl sağlamasını yaparım diye düşünüyordum, Melda ise başarılarıyla sivrileştirdiği hırslı dünyasında dalgalarla boğuşup duruyordu. Üniversite bittiğinde Melda yine sevindi tabi, ne de olsa ben iyi bir işe giremezdim, devlet buna müsaade eder miydi canım hiç. Nitekim o konuda haklı çıktı, devlet buna müsaade etmedi. Ama Melda’nın da bilmediği bir şey vardı, ben kişisel gelişim kitaplarından fırlamış presantable bir eleman olmak için ya da tayyörlü bir memur olmak için okumamıştım. Okumak için okumak her ne kadar “havanda su dövmek” ile eş değer tutulsa da okumak için okumuştum. Ben hala devam ediyorum okumaya, okumak bizim için okulda ya da başka yerde fark yapmazMelda iyi bir şirketin presanteble elemanı oldu bile.
Melda’yı sevindirdiğim tek nokta bir üst kademe olan okutma noktasına çıkamamak, o da hediyem olsun oyun arkadaşıma diyemeyeceğim sevgili okur merak etme, çünkü Melda’nın bilmediği ama benim yazının en başında bahsettiğim ve sürekli yaptığım bir pratik var, gece yatmadan önce Allah ile halleşmek ve daimen O’ndan istemek.

Biz inanırız ki Allah’tan istemek her şeye son noktayı koymaktır. Gerisi laf-ü güzaftır.

Korkma Melda biz sana da tüm dünyaya da bişeycik yapmayız.

Yaparsak da iyi şeyler yaparız.

Bir Rahman suresi dinler kendimizden geçeriz, biz sadece Allah’tan korkar ve O’ndan yardım dileriz…

Kamusal Alanda “AŞK” Başkadır


Sen bana çalınan özgürlüğümü verdin,
Ve ben seni nasıl sevmezdim?


Seni görür görmez âşık olacağıma adım kadar emindim

Şekli şemali ne olursa olsun razıyım Rabbim dedim

O ki; benim sana ulaşmama vesile olacak

Varsın yakışıklı olmasın, razıyım Rabbim!
....................

Evet, işte karşımdaki sendin

Nasıl tanıyamamazlık ederdim?

Kamusal alanlara inat orada dimdiktin…

Ve inadına özgürlüktün benim için

Biliyordum ve biliyordun

Kampüste özgürlüğümün sadece seninleyken başlayıp bittiğini

Ve ben en çok özgürlüğümü sevecektim sende

Seninleyken dünya dertleri varamazdı yanımıza

Kampüsün debdebesine inat öyle sakindin, huzur verirdin

Kabeyi önümüze alır, Kur’an ile meşk ederdik

Ben okurdum, sen dinlerdin…

Sıradan bir mahalle aşkına benzemezdi bizimkisi,
Kamusal alanda sevmek kolay değildi!

Ama ben her şeye rağmen seni sevmeye yemin etmiştim,

Sevmek suçsa eğer cezamı çekerim rektör beyim…

O yüzden;

Seninle buluşmaya gelirken ayağımın çamurlara bulanmasını,

Farkında olmadan geçirdiğimiz güzel dakikaların ardından derse geç kalışımı,

Yanına abdestli gelmek için girdiğim o izbe yeri,

Hiç dert edinmedim…

Sevgi, sevgilinin yolunda çekilen çile değil miydi?

Seni uzaktan seyrederdim bazen, saatlerce

Bir ( ا ) gibi asil, ( و )gibi mütevazı görünürdün gözüme,

Dört sene önce, yırtık elbiseler içindeyken de,

Şimdi takım elbiseliyken de, hep aynıydı anlamın bende…

....................

Zaman ne de çabuk geçiyor mona,..

Kırgın kırgın bakma yüzüme,

Mezun oluyorum işte,

Gidiyorum…

Sıradan bir mahalle aşkına benzemezdi bizimkisi,
Kamusal alanda sevmek kolay değildi

Sen bana çalınan özgürlüğümü verdin,
Ve ben seni nasıl sevmezdim?


Beni unutma Sakarya Üniversitesinin Yakışıklı Kampus Camii…

Not: Kamusal alanın kasvetinden boğulup, kendimi attığım ve her zaman huzur bulduğum o camiyi nasıl sevemezdim?

Bir Buluşma Teklifi


Sana bir itirafla yazıma başlamak istiyorum. Sosyolog olalı beri -ki daha çok olmadı-,şöyle ağız tadıyla toplumsal mesaj içeren yazı yazamamanın eksikliğini hissediyordum. Toplum mühendisi değilim, toplumu yazılarımla ihya etme iddiasında da değilim lakin benim önemsediğim doğru bir hayat yaşamak ve bu doğrultuda kelimeleri hayra sarf edebilmek. İnsanların ya da toplumun başında bir “ahlak polisi” edasıyla dikilmek Müslüman’ca bir tavır gibi gelmiyor bana. Amacım eylem ile söylemi en yakın noktada kesiştirmek ve bu kesişen yerden konuşabilmek, gerisi laf-u güzaf olur ki bunu arzu etmem.

Girizgâh kısmını atlattıktan sonra yazının bel kemiği olan teklif kısmına geçebilirim artık. Efendim, geçenlerde birkaç arkadaş ile buluşmak üzere bir organizasyon yapmam gerekli idi. Gerekli dediysem yapı itibariyle kendimi böyle bir şeyin altın sokmaya zorunlu hissettiğimdendir. -Onlarca defa organizasyon mevzuundan ağzı yanmış biri olarak bir daha buluşma ayarlamayacağım desem de nafile. İçimdeki o “gençgönüllü ruha” söz geçiremiyorumJ - Her neyse, buluşma için organizasyonu yine kendi üzerime vazife bildim ve teknolojinin nimeti olan cep telefonu ile ve yine aveanın (ismini söylememde bir sakınca yoktur umarımJ) nimeti olan “her yöne 500 sms” kampanyası ile arkadaşlara buluşma yeri ve saati konusunda fikir sundum. Uzunca bir toplu mesaj trafiğinin ardından, herkese uyan bir gün ve saatte karar kıldık. (bu hiç kolay olmadıJ) Buluşma günü sabahı, gözümü açar açmaz aklıma taze bir fikir geldi. Buluşma saati 11:00 idi, bu saat hem erkendi, hem de buluştuğumuz vakit konuşmaya dalıp namazımızın geçme ihtimali yüksekti. Tüm bu düşüncelerle takvimden ezan saatlerine bakıp şu mealde bir toplu mesaj attım: “Buluşma saatimiz 12:22 oldu, öğle namazına müteakiben ;)”Arkadaşlar benim mesajda dalgınlıkla 12:22 yazdığımı düşünmüşler küsurattan ötürü, lakin çok da bilinçli yazdığımı, buluşmamızı ezan saatine göre ayarladığımı söyledim. Herkesin çok hoşuna gitti. Ve buluşma yerimiz de bir o kadar manidardı, “camii avlusu”. Buluşmaya gelen herkes namazını kıldı sonra avluda toplaştık. Bu beraberliği başka hiçbir toplu eylemde yakalayamayacağımı o an iliklerime kadar hissettim. Namazdan sonra birlikte vakit geçirdik ve dağılmadan evvel yine hep beraber camiye gidip topluca namazımızı kıldık, birbirimize dua ettik ve toplandığımız gibi yine camii avlusunda vedalaşıp ayrıldık. Öğle namazına müteakip başlayan organizasyonumuz, ikindi namazına müteakip nihayet buldu. Bunun dayanılmaz hazzına kelimeleri giydirmeme gerek yok sanıyorum. Çünkü bu olayın saf bir “aşk” hadisesi olduğuna inanıyorum.

Bu teklif ve uygulama ben de bir fikriyat oluşturdu. İsmet Özel “üç meselede” “saat kulelerinden” bahseder. Batı’dan getirilen saat kuleleri ve ezan vakitleri. Hangisi bizim zamanımızı tayin etmeli? Ya da şöyle mi sormalı, ezan saatleri, namaz vakitleri zaten bizim hayatımızı belirliyorsa o zaman neden saat kulesine ihtiyaç duyalım. Böyle bir paradoksal durumla zihnimi aydınlatmaya çabaladım ve sonunda kendimce bu teklifi geliştirmeye karar verdim.

Yukarıdaki hadisede bahsettiğim üzere teklifim: “Buluşma vakitlerimizi kulağımız ezanda, gönlümüz namazda olacak şekilde ayarlamak.” Bunun her zaman için mümkün olmayacağını biliyorum lakin elimizde imkân varken de kullanılabilir güzel bir teklif olduğu kanaatini taşıyorum. Dindar, İslamcı gibi tanımlamaların içi son zamanlarda kabağın oyulması gibi oyuluyor ve en acıtıcı tarafı da o oyulan yere başka bir şeyler dolduruluyor. Artık o kabak olmuyor da, kabak dolması oluyor başka bir şeye dönüşüyor. Saflığını yitiren her tanımlama gibi bu da kabak tadı vermeye başlıyor. Bize bu kabağı dolma diye yutturmazdan evvel bu tehdit olmayan teklife dikkat kesilmeni yazımın sonunda temenni ediyor, seni saygıyla selamlıyorum…