31 Ekim 2010 Pazar

Derviş Vurgun Yermiş

Vurgun yemiş bir derviş
Soğuktan titreyen keşiş
Bir yanım sen
Diğer yanım
Vurgun yemiş bir derviş
Garipken garipsenen
Bir kafeste beslenen
Bir yanım sensizlik
Diğer yanım
Vurgun yemiş bir derviş

Sümeyra AKTAŞ

Ezberleşmiş Hayatlar


Etrafıma bakıyorum...

Sağıma, soluma, önüme, ardıma...

Okumaya okumaya aptallaşmış, ezberleşmiş en fenası da bunun farkına varmayan gençler görüyorum. Bu gençlerin çoğunun bir üniversite bitirmesi dahi durumu değiştirmiyor. Giyim mağazalarına girip çıkmaktan dayanılmaz lezzet alan bu güruhun, kitapçıya girerken içine kasvet basıyor. Haydi kitabını al da bir an evvel çıkalım diyen bir arkadaş istemiyorum hayatımda mesela. Okumayarak idrakine balyoz indirenler, yaşayarak nereye varmak isterler doğrusu onu da çok merak ediyorum.

Okuma serüveni okul döneminde olması gereken ve fakat okul bittikten sonra biten bir süreç gibi algılanıyor, o yüzdendir ki ben de dedeciğimi nadide bir çiçek gibi örnek veriyorum. Yetmiş yaşında hala yeni bir bilgiye hayretle bakan ve hala yepyeni şeyler öğrenmenin ve keşfetmenin lezzetine varan dedemi. Günde ortalama ez az yirmi sayfa Kur’an, yirmi sayfa kalın ciltli –ilmihal,atlas, seyahatname,ansiklopedi-, on sayfa normal ciltli kitap, bir takvim yaprağı, bir gazete ve ayda en az bir dergi okuyan dedemi.

Üniversite bittikten sonra genelde çevrenizdeki arkadaşlarınızdan kitap okuyamadığına dair serzenişler duyar ve hayat telaşesi denilen çarka daldığınızda asla kitap okuyamayacağınız gibi bir endişeye kapılmış olabilirsiniz. Bu hayat telaşı ya evlilik, ya çocuk, ya iş hayatı ya da hepsidir. Evet bunlar öğrenci olduğunuz zaman diliminde olduğu gibi -ki öğrenciyken eğer okumayı seven biri iseniz geçerli- rahat zaman dilimleri vermez size, lakin kitap okumaya vaktim yok demek sade bir klişeden ya da ezberletilmiş cümleden ibaret olsa gerek. İnsan içinde dünyaları taşıyabilen ve kendi başına bir alem olan varlık ise o zaman okumaya da yazmaya da en alasından vakit bulabilir.Şehiriçi ve Şehirlerarası otobüste , akşam dinlenme vakitlerinde, tatil günlerinde kitap okumak size sıkıntı değil keyif veriyorsa o zaman algılarınız öğrenme ve değer kazanma yönünde açık demektir. Ve fakat düşünce dünyanız akşam dinlenme sürenizde öylece uzanıp televizyon seyretmek yahut hergün bindiğiniz otobüste geçtiğiniz yolları ezbelemek ise ezberinizi bozun lüften. Çünkü o kadar ezber hayatlar yaşıyoruz ki. Sanırım bu ezber hayatlardan canımın sıkıldığı bir vakit dinlemiştim İsmet Özel’ den sebeb-i telif’i. Başkalarının aşkıyla başlıyor hayatımız ve imreniyoruz başkalarının mahvına...

Herşeye karşısın sen de diyen dostum haklı olabilir ama ben ezbere karşıyım, ezberletilerek gözüme sokulan şiirlere karşıyım mesela. Beş yaşındaki Arife’ye haydi bildiğin bir şiiri oku dediğimde o bildik “şiiri!” okumasına karşıyım. Her okuyuşta kendi ilkokul ezberimi bozmaya çalıştığım “o şiire” karşıyım! Alime olması gereken Arife’nin o bildik şiirlerle ezber bir hayat yaşamasına karşıyım. İsmi Arif olan erkek kardeşimin de “o şiiri” ezberlemesine karşıyım. Bu karşıtlığı -Arif’in gerçekten Arif olabilmesi için- onu İstanbuldaki tüm önemli kitapçı merkezlerine(sahaflara, yayınevlerine özellikle) götürüp istediği kitapları seçmesini sağlayarak, camilere, kiliselere, kütüphanelere, müzelere,saraylara götürüp anlatarak, yazarlarla görüştürerek sağlıyorum.

Üniversitede döneminde özellikle vize/final sınavlarına çalışırken arkadaşımla sınav öncesi birbirimize sorular sorardık. Kitapta yazılanı tam olarak söylemediğim zaman –ki hiç söyleyemedim- hayır öyle değil diye itiraz ederdi, ederdiler. Şu kelime şöyle olacak, burası böyle olacak, de si ayrı yazılacak da, da sı bitişecek.vıdı vıdı vıdı... Ben anladığımı kendimce ifade ederdim halbuki, anlamak istemezdiler. Çünkü ilkokulda aynı şiiri ezberlemiştik hepimiz ama ben o şiirlere hiç inanmadım, faize de . Sosyoloji okuyorduk, yorumlamamız gereken sorulara en çok sevinen ben oluyordum, işte istediğim gibi yazabileceğim diyerek, bana yorumumu sorup ezberlemeye çalışanlara gülüyordum. Benim yorumumu ezberleyerek hayattan mı sınavdan mı geçmeye çalışıyorlardı anlamıyordım ama buna çok gülüyordum gerçekten. Ezbere yaşayan insanları ömrüm buyunca sevmedim, Allah’ın sevmediklerini sevmek haddim değil diye düşündüm . Bildik cümleleri sanki kendi düşüncesiymiş gibi sunan profesörlere hiç saygı duymadım mesela. Dedemin ilmine daha çok güvendim, okusaydı profesör olurdun dedim ama aslında hiç istemedim. Önemli olan kimlikler üzerinden görünmek değildi, bunu öğrenmiştim. Facebookta biraz daha fazla görünür kılmak bedenleri, bir cümle kurmaktan daha kolay olmalı , bunu bilir ve söylerim. Kim kızar, kim ağlar, kim ağzını bozar, kim düşünür bunu ben bilemem ama Allah herkesi sıfır noktasına bırakıp, en güzel şekilde yarattığını beyan ettikten sonra düşünmeyene yazıklar olsun derim, hiç utanmam.

Aykırı olmak en son düşüneceğim şey olsa gerek ki hiç ayrık olmayı sevmedim. Ama içimden hep isyan ettim ezber hayatlara. Çünkü ezberleyerek öğrenen insanlar robotlaşmaya aday birer mekanizmadan başka birşey değildi. Tüketim toplumunun tüketen ve tükenen nesneleriydi. Başörtüsü yasaklarına takınılan ezberci tavrı eleştirirken aynı ezberciliğe düşülmesi bizi yerimizde saydırmış olabilirdi. Sığ sularda sıkılan, boğulan biz olmamız gerekirken birileri okyanusu aştı, bize el sallattırdı. İslamcılar uyurken biz okuyorduk diyenler art niyetli değillerse haksız da sayılmazlar bu anlamda, ama şu an tüm gençlik ezber paydasında eşitlenmiş durumda hiç merak buyurulmaya. Ezberini bozmaya niyetli olup, durumunu okuma moduna alanlara en afilisinden selam ola...

Sümeyra AKTAŞ.

3 Ekim 2010 Pazar

Nefsin Sivrilttiği Kalem


Yaklaşık bir ay kadar önce uykunun gözünün, beni pek tutmadığı bir gecede evimizde en sevdiğim bölüm olan kütüphaneyi karıştırmaya koyuldum. Algılarım bulunduğum zaman dilimi içerisinde hangi konu üzerinde yoğunlaşmışsa benim de ilgimi o türden kitaplar çekiyor. O gece de dikkatimi ciltsiz, küçük bir kitapçık çekti. İçinde uzun süredir arayıp durduğum aforizmalar vardı. Cümleler ve anlamlar. Cümleler 36 bölümü altında, koyu renkle yazılmış şu cümle, aramızın limoni olduğu uyku ile yollarımızı hepten ayırdı. “ölen kendi dünyasına gömülür.” Cümlenin altındaki aforizma ise şöyle idi: “Susmakta çok faydalar olduğunu bildiğim halde kalemimin konuşması hoşuma gidiyor. Ey aklına geleni yazan kalemim: Eğer hakkı söyleyemiyorsan sus. Eğer batıla alet oluyorsan sus. Eğer boşu boşuna gayret ediyorsan yine sus.”

Susmak yeri ve zamanı geldiğinde insana konuşmaktan çok daha faydalar sağlayan bir eylemdir. Hele eliniz kalem tutan, insanların sizden beklentileri olduğuna inanan bir kimse iseniz, ne kadar susacağınız ve ne kadar konuşacağınız çok önemlidir. Bu anlamda yazarak yahut konuşarak insanlara yol göstermeye çabalayan insanların hakkı söylemek iddiasında olup, aslında nefsini yücelttiğine şahit oldukça üzülüyorum. Kalemlerini hak adına batılın kalemtıraşı ile sivrilttiklerini gördükçe de kahroluyorum. “Ben kimseye yaşantımla örnek olmak durumunda değilim kardeşim, “yazarım” paramı da alır işime bakarım “ düşüncesi ile yola devam eden arkadaşlarımız çok büyük bir vebal altında olduklarının farkındalar mı bilemiyorum. Ama bilselerdi yazamazlardı herhalde, ellerinde tuttukları kalem düşerdi. Elbette yazılan her kelimenin yaşantıya geçmesi gibi bir durum söz konusu değil, çünkü yazdıklarımız yahut konuştuklarımız ütopyalar dünyasından çıkma oluyor çoğu kez. Yani ideal düşünceler dünyasında yaşama çabamızın tezahürleri. Lakin kendimizi Müslüman olarak tanımlıyorsak, çelişkilerle dolu bir hayatı yaşamamalıyız. Ortaya koyduğumuz iddialarımız ile dünyaya koyduğumuz tavır zıt düşememeli. Zira yaşantının dilden ve yazıdan daha tesirli olduğu bilincinde olmalıyız. Bir okur, yazıda gördüğü suretle, gerçek hayattaki sureti değerliyorsa ve bunun sonucunda hayal kırıklığı yaşıyorsa bu yazarın vebalidir. Kelime ve hayat arasındaki makas böylesi büyük bir aralığa dayanamaz kırılır.

Yazarak kendini ifade eden kimi insanlarda (yazar değil onlar), bir süre sonra da dikkat çekme adına “saçmalamak” baş gösteriyor. Artık susmak literatürden çıkıyor, alabildiğine saçmalanıyor. İçinde yaşadığı dünyaya sövgülerle para kazanıyor, sizinki de hayat mı be kardeşim serzenişleriyle dervişleştiğini zannediyor. Benim ise bu noktada en büyük üzüntüm, bu tür görüşlerin düşünce süzgecinden geçirilmeden alkışlanarak yüceltilmesi oluyor. İnsan bu alkışlarla yaşamaya fena alışıyor. Şak şak seslerini duymadan yaşayamayan yazar dervişlerimiz türüyor. Okuduğu kitap sayısını kafalarımıza vuran, yazdığı senaryoları gözümüze sokan, yaptığı programlarda poz kesen adamlar doğuyor. Kimsenin ne dediği umurumda değil diyerek aslında kendisini okuyanları ya da dinleyenleri aşağıladığının farkına varamıyor. En acısı da aşağılandığının farkında olmadan kendisini hep eksik, işe yaramaz gören okuyucunun hali oluyor.

İyi bir yazar benim gözümde tüm acıları kendi içinde hissetmekle kalmayıp onları sahiplenendir. Yeşil yol filmindeki siyah dev adamı hatırlarsınız. İşte o adam gibi, insanların hastalıklarını içine çekerek, kendini zehirlemek pahasına başkalarına hayat dağıtan olmalıdır. Yine Black filmindeki o öğretmen gibi. Hayatı pahasına kör, sağır ve dilsiz o kıza hayat veren olmalıdır. Acıyla hiç tanışmamış, kalbi hiç sıkışmamış, ciğeri yanmamış bir yazar olabilir mi?

Acı çekmeye tahammülü olmadan, yazılarını yahut kitaplarını “sadece” raflarda birer ürün, okurları da gelir kapısı olarak görenler, eleştirdiklerinin aksine asıl eleştiriyi hak edenlerdir. Çünkü her ölen kendi dünyasına gömülür. Yüce bir hedefi olmadan, günü kurtarmak yahut meşhur olmak için afili cümleler üretip “vay be” alan arkadaşlara/yazarlara/hatiplere âcizane bir tavsiye:

Kütüphanenizi “bir” kitap bulmak için terk edin. Ne dersiniz?

Sümeyra AKTAŞ.

21 Eylül 2010 Salı

7 Eylül 2010 Salı

Bir Kez Sus “Derince”

Susmak modern dünyanın sevmediği bir eylemdir. Bu yüzden kişisel gelişim adı altında egosunu kan emen sülük gibi faydasız fikirler ile şişiren insanlar modernitenin gözdeleridir. Bilinçli bir eylem halinde susanlar ise oyunun kurallarını bozan mızıkçı tiplerdir.

Lübnanlı yazar Mihail Nuayme’nin Kendini Arayan Adam –Arkaş’ın Günlüğü- kitabı “susmak” kavramını bu açıdan kendi içimde enfes bir yere oturtmama yardımcı oldu. Doğrusu hayatını sürekli konuşarak tüketen insanların arasında duyduğum rahatsızlığa hem teşhis hem tedavi uyguladı. Arkaş başından geçen birtakım olaylardan sonra hayatını New York’un ücra bir kahvehanesinde bir yandan çalışarak bir yandan susarak geçiren biridir. Arkaş sukutuyla kendini şöyle ifade etmektedir: “ İnsanlar konuşanlar ve susanlar diye ikiye ayrılır. Ben suskunlardanım. Benim dışımdakiler habire konuşurlar. Dilsizler ve bebekler ise Allah’ın ağızlarına vurduğu mühür dolaysıyla konuşmazlar. Oysa ben, kendi ağzımı kendi elimle mühürledim. Ben susmanın tadını anladığım halde, konuşanlar konuşmanın acılığını anlayamadılar. Bunun için insanlar konuşurken ben hep sustum.”İnsanlar konuşurken Arkaş hep sustu. Bir arkadaşım “Arkaş’a benziyorsun “ demişti, sanırım haklı, çünkü insanlar konuşurken ben de hep susuyorum. Arkaş kendine deli diyenlere inat da hep sustu ve bu yönüyle de onu tanımadan ona benzemiştim ben. Kendimi bu çağda akıllı değil deli diye nitelemeyi hep yeğlemiştim çünkü. Konuşkan hatta fazlaca konuşkan tiplerin makbul olduğu ortamlarda, gerekli gereksiz her sözün kolayca ağızlardan dökülüverdiği mekanlarda susmaktan ve inanmaktan başka yapacak bir şeyim olmadığı için delirmiştim işte. Arkaş ise kendi deliliğini şöyle ifade etmişti: “İnsanoğluna gönül gözünü, etten ve kandan olmayan bir kulağının olduğunu; derin düşünme ve sessizlik sayesinde gözünün görmediğini görebileceğini, kulağının duymadığını duyabileceğini söylesen sana ahmak ve deli der. Öyleyse insanların görmediğini gören, duymadığını duyan, insanların gözünde deliden başka ne olabilir ki?” Susmak ve delilik arasında derin veçheler bulunmaktadır. Özellikle iç yolculuğu anlatan kitaplarda delilik ve suskunluk üzerine muhteşem bağlantıları görebilirsiniz. (Bknz: Su Üstüne Yazı Yazmak, Gariplerin Kitabı, Amak-ı Hayal)

Modernitenin iliğimize kemiğimize işleyip bizi kanser ettiği çağda Arkaş’a deli denilmesi gayet normal bir durum esasında. Arkaş hayatını susarak anlamlandırıyor ve başka bir hayatı yaşıyor. Aslında hepimizin özlediği fakat aramaya bir türlü cesaret edemediği bir hayatı. Mesela eşlerin birbirlerinin sözlerinden değil gözlerinden anlaşacağı bir hayatı. Mesela bir annenin gülüşünden çıkan enerjinin hayatımızı anlamlandırdığı bir hayatı. Mesela bir dedenin beyaz sakallarından akan bilgeliği çözebilecek bir hayatı…

Müslümanın takva makamına ulaşması da bir yönüyle susmayı gerektirmiyor mu? Boş ve anlamsız şeylerden yüz çevirenler diye tanımlıyor Kur’an inananları. Çağımızda boş ve faydasız şeylerin çokluğunu göz önüne alacak olursanız “sukut”u neden bu kadar önemsediğim anlaşılacaktır. Yalnız burada bir yanlış anlamayı gidermek üzere şu açıklamayı da yapmam gerekiyor ki o da şudur: nasıl ki konuşmak eylemini boş ve dolu olarak niteliyorsak , susma eylemini de aynı şekilde kategorize etmeliyiz. Herhangi bir mana ifade etmeyen , gerçekte söyleyecek sözü olmadığı için susanlar ile Müslümanca bir bilinçle susanlar arasında elbette kocaman bir fark var. Bir de benim gibi A’rafta susanlar vardır belki. Onlar da söyleyecek sözlerinin boşluğa düşmesine razı olmadıklarından susmayı tercih ederler. Çünkü bilirler ki, ne kadar bilirsen bil ve ne kadar anlatırsan anlat; senin bildiğin karşıdakinin anladığı kadardır.

Akif İnan üstadım da suskunluğu “zaman” şiirinde şöyle ifade eder: “Susarak anlattım bütün gizliyi, Sakladım duygularımı ben konuşarak; En iyi anlatış artık susmaktır, Anladım bunu ben seni bilince.” Nurullah Genç de son olarak der ki: “Öyle uzun zaman sessiz kaldım ki, toprağın sesini duyacak kadar duyarlıyım şimdi…”

Yaratıldığın toprağa dönmeden önce

Bir kez sus

derince”…

Sümeyra AKTAŞ


2 Temmuz 2010 Cuma

Arkaş ve Sukutu


“Bunun için insanlar konuşurken ben hep sustum.”

Arkaş

Elim kalem tutmaya başlayalı çok olmasa da içimde biriktirdiklerim çok oluyor artık. İçimi dışıma çıkarma gayretim vesilesi ile tanıdım Mihail Nuayme’yi, vesileler önemli ancak en çok tanımam gerektiği için tanıdım. Lübnanlı yazar, göç edebiyatı üzerine kitapları var. Bir de Arkaş’ı var… Aslında Arkaş kendisi ya da Arkaş benim.

Üsküdar’a yolumun düştüğü bir vakit hep aklımda olan yazarın kitaplarına ulaşmak arzusu ile “kaknüs” yayınlarına kendimi atıverdim, üstelik elimde domates ve üzüm poşeti ile. Satıcı bayana Mihail Nuayme kitaplarının nerede olduğunu sordum, o da gösterdi, sonra Mirdad romanının muhteşem olduğunu söyledi. Bir de yanında Kendini Arayan Adam-Arkaş’ın Günlüğü vardı. Ben kendisine teşekkür ettim, iki kitabın önce fiyatını sorup sonra incelemeye başladım. (Önce fiyat sormamın sosyolojik temellerine girmiyorum zira daha çok ekonomik temelli bir eylemdi bu) Aslında iki kitabını da almak istiyordum fakat yanımda yeteri kadar para yoktu. Mirdad’ı satıcı bayan tavsiye ettiği için ben diğer kitaba yoğunlaşmıştım, tamamen kendi tercihim bir kitap olmasını istiyordum. Böyle garip huylarım var. Üstelik kapak resminde görülen delikanlının bana bir şeyler anlatmak istediğine ikna olmuştum, gözlükleri çok afili duruyordu. Hiçbir tesir altında kalmadan Arkaş’ı kütüphanene kabul ediyor musun? Evet, evet… Arkaş’ta karar kılıp parasını ödedim ve ayrıldım. Kitabı yanıma alır almaz inanılmaz bir huzur hissettim. Gittiğim arkadaş ziyaretinin eve dönüş kısmında, otobüste, kitaba başlayıverdim. Kitap adeta bir tılsım ile örülü idi. Beni içine çektikçe kaybolmaya başlıyordum. Tıklım tıklım olan otobüste Arkaş ve benden başka kimse kalmamıştı. Sonra eve geldim, yine okudum. Sonra dışarı çıktım, otobüse bindim okudum. İki günlük bir sempozyuma katıldım, yollarda, arada derede yine okudum, bitti. Ve ben çok üzüldüm. Arkaş kayboldu ama ben hala buradayım. Buna çok üzüldüm. Kitaptan aldığım notları paylaşmanın yararına inanıyorum, Arkaş’ın sukutuna inandığım gibi…

Evvela,

Kitabı aldığım gün düştüğüm not:

“Aldığım gün kitap kerametlerini gösterdi. Yalnızlığımı bana anlatıyor, elimden tutuyor. Allah’ı andıktan sonra yalnızlık sana helal oluyor…”

Arkaş susarak anlatıyor. Modern dünyanın bağırtısına inat susuyor, New York’ta susuyor, bir kahvehanede susuyor, bir mağarada yaşamıyor Arkaş… Buyurun:

  • Çok konuşmak fikri dağıtır. İnsanlar sessizlikten ve düşünmekten kaçarlar. Bu durumda Allah’ı nasıl idrak edecekler? Allah’ın adını derin düşünme ve sessizlik içinde idrak etmeden, içlerinde onu bulamadan ananlar, ancak isimsiz bir şeye seslenmiş olurlar. S.32
  • Fakat ben şerefimi korumak için, içimdeki esas düşmanın yerine karşı konulmaya bile değmeyen zayıf düşmanlarla vakit kaybetmeyi uygun görmüyorum. Çünkü benim hakiki şerefim, dillerinin ulaşamayacağı kadar uzak ve kirletemeyeceği kadar da temiz. Benim şerefim, fikirlerim gibi, onlardan ırak. S.38
  • İnsanoğlu adını kayıtlardan silersen, hayattan da silineceğini zanneder. S.22
  • İnsanlar konuşanlar ve susanlar diye ikiye ayrılır. Ben suskunlardanım. Benim dışımdakiler habire konuşurlar. Dilsizler ve bebekler ise Allah’ın ağızlarına vurduğu mühür dolaysıyla konuşmazlar. Oysa ben, kendi ağzımı kendi elimle mühürledim. Ben susmanın tadını anladığım halde, konuşanlar konuşmanın acılığını anlayamadılar. Bunun için insanlar konuşurken ben hep sustum. S.17
  • Sözler doğru ve yalandan ibarettir. Susmak ise hilesi ve yalanı olmayan bir doğrudur. S.19
  • Ben kendim için bir ad bilmiyorum. Bir ad bilmeme de gerek yok. Çünkü kafamda yeni bir fikir doğduğu vakit, yeniden doğmuş gibi oluyorum. Fikirlerim de şimşek hızı ile doğuyor. S.21
  • Cahil içinden “Allah yoktur “ demiş. Cahilin Tanrısı cehalettir. S.31
  • Bilmediğini inkar etmek insanın doğası gereğidir. Öyleyse insanoğlu niye kendini inkar etmiyor? S. 31
  • İnsanoğluna gönül gözünü , etten ve kandan olmayan bir kulağının olduğunu; derin düşünme ve sessizlik sayesinde gözünün görmediğini görebileceğini , kulağının duymadığını duyabileceğini söylesen sana ahmak ve deli der. Öyleyse insanların görmediğini gören, duymadığını duyan, insanların gözünde deliden başka ne olabilir ki? S.31
  • Kararsızlık, gelecekle ilgili pişmanlık korkusundan doğan bir zayıflıktır. S. 52
  • Ey Arkaş, yaratıcı irade sırrının dışında dünyanın bütün sırlarına vakıf olsaydın, şiddetli bir fırtınanın ortasında bir tüy gibi ve zifiri karanlık bir gecenin içinde şaşkın bir şekilde kalakalırdın. S. 97

    Arkaş bunları susuyor ve başka bir hayatı yaşıyor. Aslında hepimizin özlediği bir hayatı… Mesela eşlerin birbirlerinin sözlerine değil gözlerine bakarak anlaştığı bir hayatı… Bir annenin gülüşünden, bir babanın sakalındaki beyaz telden dökülen manayı kavrayacak bir hayatı… Allah ezan ile namaza çağırır insanları ama sen Allah’ın huzuruna çağırtılmaya gerek duymadan, erkenden, gidiversen olmaz mı?

    Tavsiye: Kendi yalnızlığını ve sukutunu aramaya çıkmamış olanlar önce aramaya başlasınlar. Nasılsa bulamayacaklar. İşte o zaman Arkaş’a uğrasınlar.

    Sümeyra Aktaş Arkaş’ aşık oldu da yazdı…

20 Haziran 2010 Pazar

Gazze'nin Kuşu

Gövdemi kurşunlar sererse yere/ Kırgın bakışların değdi bilirim

Ve ölüm konuğum olduğu zaman/ Duyduğun vicdanın ayak sesidir*

Gazze’ye Yakışmadı Ölüm

Gazze’ye bombalar yağarken, Ayşe kendinden çok kuşunu düşünüyordu. Babası cihada koştu; annesi sıkıca kapadı kapılarını. Ayşe kuşunun başını kucağına yatırıp dua etmeye koyuldu, zira hepsini savunanın Allah olduğunu iyi biliyordu. Bombalar sustu ama dünya barışa kavuşmadı. Kuşuna baktı Ayşe: “ Haydi güzel tüylü mavi kuşum, bir kez daha öt de barış gelsin Gazze’ye.” Olmadı, vahşetin ağırlığı, kuşu dilsiz, Ayşe’yi yetim bıraktı.

Gemiler Kalkar Bu Limandan Tekbirle

Nihayet yola çıkmışlardı. Birkaç gün içinde Ayşe kuşuna, dünya insanlığına kavuşacaktı. Bir gemi, bir insanlığı nasıl taşırdı, dünya bunu anlayacaktı. Ayşe’nin kuşunun ötmediğini biliyorlardı, götürecekleri kuş billur sesiyle barış şakısın diye çıkmışlardı yola. Ayşe yalnız olmadığını anlasın, hesabı vermek kolay olsun diye… Aşkla, neşeyle, ihlâsla, Ayşe’nin kuşuyla çıktılar yola. Gazze barışa, Ayşe kuşuna kavuşsun istediler…

Bir Namaz Vakti Ölümüm

“Geminin içinde yankılanan ezanlar Gazze’nin kurtuluşu olsun Rabbim” diye öttü Ayşe’nin kuşu. İnsanlık ayakta iken, gemi Rabbin huzuruna durdu. Vahşet durmadı, insanlığın kanını emenler, Rabbi huzurundakilere acımadı. “Ey vahşet, biz sana acıyoruz, sen bize acımasan da Allah bizimle” diye öttü kuş, sonra sustu. Kurşunlar çıktı güverteye. Azgın bir topluluğun eliyle geldi şehadet. Bir korkak sürüsü, bir insanlığı yenemezdi. “Ölmeyin, Ayşe üzülür sonra” diye öttü kuş. Dinlemediler, acele ettiler, cennete erkenden göçüverdiler. Vahşet, gözüne inmiş perdelerle dünyayı karartmaya çalışıyordu, ama asla başaramıyordu. Zira cehennemin sıcaklığı, onları eriteceği güne hazırlanıyordu. “Uçun cennete” diye öttü kuş, “orası muhakkak buradan daha güzel, bekleyin Ayşe de gelecek.” Kalanların üzerine olsun sabır, biz de geleceğiz bekleyin…

Gazze’ye bulaşan kan, gemiyi kızıla boyadı. Son bir kez daha öttü kuş. “Ayşe bizi bekl…”Ama olmadı, masmavi tüyleri kızıl kana boyandı. Bir kanadı kırıldı, sonra diğeri… Suyun maviliğinde arındı da ardından cennete sığındı. Vahşetin hiç kuşu olmadı.

Gazze Limanına Kan Damlar

Ayşe üç gündür limanda kuşuyla bekliyordu. Bir gemi, bir kuş, dünyayı insanlığa kavuşturacaktı ama olmadı. Vahşet insanlığı reddediyordu; Gazze direniyor, bekliyordu. Ayşe annesine baktı: “ Hala neden gelmediler anne? ; Yoksa onlar da babamın gittiği yere mi gittiler?” Sustu annesi, sustu dünya ama insanlık hala ayakta. Kan oturdu yüreklere. Ey Gazze! Ayşe’ye sahip çık ve bekle…

İstanbul Üstüme Düşer

Uykularımı böldü bir kâbus, kalkın gemi düştü!… Bir nağme çalındı kulaklarıma: “Bülbülüm altın gemide, öter aheste aheste/Ötme bülbül Gazzem hasta aman/Ah neyleyim şu gönlüme, hasret kaldım ben Gazze’ye/Ben sana aldanamam Gazze ben sana dayanamam…

Dünyayı insanlığa kavuşturacaklar ile vahşet arasına mavi tüylü kuşun kanadına bulaşan kan girdi…

Üzülmüyoruz, Gevşemiyoruz Rabbim!

Eğer gerçekten inanmışsak üstün olan bizleriz!

Biliyoruz!

Sıradaki Şarkı İstanbul’dan Gazze’ye Gitsin:

Michael Heart Söylüyor: “we will not go down

*M. Akif İnan-Ölüm Şiirinden.


Sümeyra AKTAŞ

30 Mayıs 2010 Pazar

14 Mayıs 2010 Cuma

Kıyamet Sinemalarda...

Bir sürü insan var etrafta
Kuşlar hicaz makamında
Yemyeşil çimenler etrafta
Güneş yine göz kamaştırmakta

Kainat zikre dalmış
İnsansa gaflet uykusuna
Tefekkür abidesi
Lale, sümbül, gül, papatya

Bunca kusursuzluk arasında
Tek kusurlu olan:"insan"
Bunca nimet arasında
Kendinden bihaber insan

Ve sen Ey!
Uyan!

Ne zaman?

Kıyamet

Pek yakında

Sinemalarda

Sakın Kaçırma

12 Mayıs 2010/Kampüs

Sümeyra AKTAŞ

13 Mayıs 2010 Perşembe

Geçmiş Olsun Sümeyra

Keşke bir mağaraya sığınabilsem

Saçak altına sığınamayacak kadar tehlike altındayım

Çok bomba var dışarıda

Cesetler saçılmış etrafa

Üstelik hepsi de canlı!

Acı kokuyor hava

Bacalar günah tütüyor

Vurulan yerde bitmiyor güller

Sadece kalpleri kanatıyor dikenler

Keşke bir mağaraya sığınabilsem

Kehf ashabı ile uyusam

Sonra uyansam

Tehlike geçmiş olsa

Geçmiş olsun Sümeyra…

Ölüm Nasıl?

Ağlayarak mı arşınlamalı yolları?

Susarak mı kurşunlamalı kuşları?

Unutarak mı yakmalı aşkları?

Islık çalarak mı aramalı anıları?

Ölüm nasıl?

Güzel mi?

Sümeyra AKTAŞ

5 Mayıs 2010 Çarşamba

إِنَّ الْإِنسَانَ لَفِي خُسْرٍ


İnnel insâne le fî husr(husrin)
"insan mutlaka bir ziyandadır."(Asr 2)

İnsan Dört Zindanda Dine Karşı Din Kuran Bir Hayvandır

Beşer ve İnsan arasındaki fark şudur: Beşer denildiğinde kastedilen, varlıkların gelişim süreci sonucunda yeryüzüne gelmiş bulunan, bugün de yaşamakta olan ve bu türden üç milyar bireyin şimdi de yeryüzünde eylemde bulunduğu iki ayaklı canlı varlıktır.
İnsan dendiğinde ise, olağan dışı , üstün ve bilmecemsi gerçek anlaşılır ki özel bir tanımlamam vardır. Bu tanımıma tabiatın diğer görünüş ve belirtileri girmez. Şu halde iki insan kavramı vardır: Birisi biyolojinin konusu olan insan, diğeri ise şairin, feylosofun söz söylediği, dinin ilgilendiği insan.
İşte o insan insan zannedip kendisini dine karşı bir din de icat ediyor, Yaratıcıya da kafa tutuyor.Bazen beşer ya da hayvan olarak kalsa daha iyiydi be diyesini getiriyor insanın.Bazen de bir sürü gibi hep birden ölüyor .Çok can sıkıcı oluyor.Ama düşünmüyor, ah bir düşünebilse.neyse.

3 Mayıs 2010 Pazartesi

Bilgisiz Eleştiri/Bilgesiz Toplum

İnsan bilmediğinden korkar ve yine insan bilmediği ve korktuğu şeyi yok etmek adına var gücüyle eleştirir. Neden eline bir silah alıp da vurmaz, neden eleştirir? Çünkü modern zamanların fikirleri, hele ki bilgi toplumunun zararlıları! silah ile dirilip eleştiri ile yok olabilirler. Ve bunu bilenler var güçleriyle, yok etmek istediklerini değersizleştirme eylemine girişirler. Ve sonuçta sıfıra sıfır tadında bir zafer! olur.

Özellikle gençler arasında daha çok müşahede edebileceğimiz bu durumu kendi perspektifimden değerlendirmek istiyorum. Bu durumu bir sosyal bilimci olarak şu şekilde formülleştirebilirim: Değersizleştirmek=Eleştirmek=Yok etmek. Eleştirmenin de bir adabı var savına cevaben zevatın geliştirdiğini düşündüğüm formül aşağı-yukarı böyle. Evvela yok edilmesi istenen kişi/ideoloji/inanç değersizleştirilecek sonra bir güzel eleştirilip canı çıkarılacak, haliyle mecalsiz kalan kişi/ideoloji/inanç yok edilmiş olacak.

İdeler dünyasında düşünmesi ve uygulaması son derece basit olan formül gerçek dünyada da bu kadar basit hale gelmeye başlayınca insan bunun sebeplerini öğrenmek ihtiyacını hissediyor. Ve sebebe indikçe, bir başka sebeple karşılaşma ihtimaliniz artıyor. Olayı biraz daha somut hale getirecek olursak daha rahat durum değerlendirmesi yapabiliriz. Üniversitede okuyan yahut üniversiteyi bitirmiş bir genç, internet sitelerinde yahut arkadaş grubunda A yazar kişisi hakkında eleştirilerini dile getirmektedir. Ve fakat bu eleştiri ilânihaye bir sorunu dile getirmekten ziyade o kişinin aslında değersiz olduğunu ima edip, daha sonrasında eleştiri yahut bir dozaj fazlası hakaret ile etkisiz hale getirilmesinden mütevellit yok etme girişimine dönüşebilmektedir. En acısı bu gencimizin yok etme girişiminde bulunduğu yazar kişisinin hakkında edindiği bilgi bir internet sözlüğü tanımını geçmemektedir.

Vurun abalıya makamından üniversite gençliğini ithama kalkışmak istemem lakin ortada duran sosyolojik realite ibresi de bu noktada mıhlanmış duruyor. Elbette ki bu durumun müsebbibini gençlik diye adres gösterip işin içinde sıyrılmak kolaycılığına kaçmayacağım. Bu gençliği oluşturan dinamiklere bakacağım. Evvela cumhuriyet sonrası ortaya çıkan grupların zenci-beyaz çatışmasına dönüşen ilişkileri fikir denilen şeyin nasıl ucuza gittiğini gösterebilir. Dört bir yanımızın, sağımızın, solumuzun, önümüzün ardımızın düşmanla çevrili olduğuna inandırıldığımız bir ortamda başkaca bir anlayışın filizlenmesi beklenemezdi. İşte bu düşman öteki ya da bize yakın gelmeyen tüm metaforlara karşı gelişen formül de kaçınılmaz olarak bu oluyor: Değersizleştirmek=Eleştirmek=Yok etmek. Dönemsel olarak dünya büyük bir değişim/dönüşüm geçirirken bizim hala gösterilen düşmana vurmamız komik oluyor. Belki de düşmanı yok etmekle harcayacağımız zamanı ilerlemek için harcayabilirsek bu komiklikten kurtulabileceğiz.

Peki ben eleştirmeyi mi eleştiriyorum? Elbette ki hayır. Hatta bu yazıdan bunu anlama ihtimali olanlara karşı büyük bir HAYIR. Sadece bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olduğunu zannedenleri tahlil etmeye çalışıyorum.

Son söz: İlim sadece internetteki sözlüklerden öğrenilemeyecek kadar kutsal bir bilgi kaynağıdır. Ki bu kutsallığa inandığınız ölçüde eleştirme hakkını kendinizde görebilirsiniz.

22 Nisan 2010 Perşembe

ümmü zer

zikr-A.R Rahman


Hintli arkadaşım Hitesh A Sonawane sayesinde tanıdım A.R Rahman'ı.O zamanlar internet yoktu hayatımda ve ben her yerde A.R Rahman kaseti arıyordum.Aradım lakin bulamadım.Şimdi herşey ne kolay.O zaman mektupla anlaşırdık,aylarca beklerdik bir kaç satır için.Şimdi herşey ne kolay.İnternet hayatımıza gireli beri mektup yazmaz oldu bizim Hintli.Oysa askeriyede yasak olmasına rağmen birkaç satır karalar yollardı.Mail adresini yolladı ayrıldı yollar,şimdi herşey ne kolay.A.R Rahman'ı ben de çok seviyorum Hitesh.Keşke internet olmasaydı diyorum bazen de.

5 Nisan 2010 Pazartesi

Aşka Reddiye


Kapılmayı göğün maviliğine,
Bir güneşle bütün bir gün mutluluğu
Unutalı yıllar geçmiş aradan
İnansaydım sana eskisi gibi
Hatırlat derdim belki yine
Sen yoksun ey aşk insanlar arasında yangın yerleri,
Kısa yakınlıkların yıkıntıları var
İşin kötüsü daha sevginin başında

Ellerinde hesap cetvelleri,
Kar ve zarar hesaplıyor insanlar
Kişiler acıyacak ve kin duyacak
Ve sevecek de bir zaman
Fakat sürekli sevgiler sağanağını sildim aklımdan
Bir zaman resmin olan cebimde ey sevgili!
Şimdi dörde katlanmış,
İlk kolesterin tahlili
Ve aslı olmayan bir şeye,
Beni bunca yıl inandırdı diye,
Dargın öleceğim Fuzuli ye
Aşk yoksun sen seni biz uydurduk,
Saatleri unuttuk, aklımızca zamanı durdurduk.

Hüsrev Hatemi

29 Mart 2010 Pazartesi

Murat

Yetimlere gitmenin heyecanı üzerimdeyken bindim o gün otobüse. Derse girip yine aynı heyecan ile dinledim “çağdaş demokrasileri!”.Ama heyecan veren ders değil, düpedüz yetimlerdi. Zira ne dünya çağdaş idi ne de demokrasiye bir inancım kalmış idi.

Epey zaman geçmişti onları görmeyeli. Kim bilir kimler kalmış, kimler gitmişti. Bir an önce bitti ders, bir an önce koyuldum yola. Yapacak daha iyi hiçbir işim yoktu nasılsa. Hava güzeldi, bahçede olmalıydılar. Rengârenk toplar almaya karar verdim, şen kahkahalar atabilmek için. Vardığımda ders çalışıyorlardı, kimisi okuldan yeni gelmiş, kimisi çoktan derslerini tamamlamıştı. Erkeklerin kaldığı kısma girdim, ders yapanlara kolaylıklar diledim. Murat da ders yapıyordu. Yanıma geldi, bana bir otobüs çizer misin abla dedi? Elbette çizerdim, çizik dolu kalbine zeval vermemek için, hem de en güzelinden çizerdim. Aslında çizme kabiliyetim yok diyemezdim, bütün özverimi gösteriverdim. Çok beğenmişti Murat, “aynı otobüse benzedi abla” deyiverince gülümsedim. Gülümsedik Murat’la, ama o sahiden gülemedi. Sonra bir de gemi çizdim Murat’a, sonra tren… Hepsini beğendi. Çizdiklerimize binip uzaklara gitmek istedim, olmadı… Soramadım Murat’a, “annen, baban izin verir mi” diye. Sorular ve hayaller boğazıma dizildi, boğuldum.

Şimdi başka ödeve geçebiliriz abla. Hıı, ne dedin. Olur Murat şimdi başka ödeve geçelim, ama biz seni unutursak sırattan nasıl geçelim? Kesirler. Çok kolay Murat, bunların hepsini bir paydada eşitledik mi tamamdır. Basit kesir, bileşik kesir ve tam kesir. Bu kadar basit. Hayat da bu kadar basit mi abla?diye sorarsa ne yapacaktım.Sormadı, belki de soramadı, sadece baktı masumca. Hepsini bir paydada eşitlemek için paylarını bazı sayılarla çarpacağız, anladın mı Murat?

Kalemi küçülmüştü Murat’ın, tıpkı acının erittiği bedeni gibi, tıpkı gözleri gibi. Sana yeni bir kalem isteyelim, bu hayattan bu kalemle geçemezsin Murat. Bu ödevi bu kalemle bitiremezsin. Yarım kalır ödev, öğretmen kızar sonra, mazeretin var ama asabi olma Murat… Biz ne sınavlardan ne kalemlerle geçiyoruz abla, sen çantandaki “tükenmez” sandığın kalemlerle keyfine bak diyecek sandım, yine korktum. Ödev yarım kalmasın diye istedik yeni kalemi, taze bir başlangıç yapalım, öğretmeni Murat’a kızmasın diye. Belki de en çok Murat’a çarpanlara inat paydasını eşitlemek için istedik yeni kalemi. Kesrini biraz daha eşit hissediyor musun Murat? Kendini biraz daha iyi…

Bir kalbi dörde böldük, her bir parçasına ne derdik Murat? Hmmm, hatırlamıyorum abla, o kadar bölünmüşlük arasında hatırlayamadım işte. Benim kalbim bin parça iken, dört parçanın hesabını nasıl yapayım abla? Kalbimin kırıkları batarken avucuma, nasıl yazayım?…Ben yazarım senin yerine Murat, senin kalbini avucumda tutar , acıtmam. Ben yazar isem senin için, esmer tenin parıldasın diye, güller yüzüne yakışsın diye.

Ders bitti nihayet. Zil çaldı. Teneffüse girdi hayat.

Bir hadis aşkına başını okşadığım Murat… Ayşe, Zehra, Fatih, Onur…Vicdan rahatlatacaklar gelmesin dediğim o yerde , okşadıkça başları vicdanım kanamaya başladı bile. Yine gelince o toplarla bahçede şen kahkahalar atarız Murat, bir paket bisküvi ile piknik yaparız ne dersin? Olur abla, sen gel de…

Ben gelmezsem sırattan nasıl geçeyim be Murat, sen olmazsan hesabı nasıl vereyim.

Affet.

24 Mart 2010 Çarşamba

Denizden baban çıksa, yenmez!


Miletcek "modernlik" kelimesini ağzımıza dolayalıberi, yepyeni tadlar denemeyi pek sever olduk. Bir gecede modern olabilen insanların, bir gecede daha sükseli durmak adına damak tadlarının değişmesine şaşmamalı. Köri soslu, buharda pişirilmiş, üç takla attırılıp kürdan batırılmış, başına gelmedik iş kalmamış iki lokma balığı yerken, beğenmeyip öğürmek istediğimde, memleketin en kara cahili ben oluyorum. Niçin? "Biz bilmezük, onlar bilür." Hayır, yeni tadışların gereksizliğinden söz etmiyorum. Hatta davet ediyorum. Fakat amuda kaldırılmış, yerken göz göze gelebileceğimiz börtü böcek yerine, biber salçalı yeşil fasulyeyi tercih edişimin ucu, gerici, gelenekçi, bazen faşist, bazen kro, bazı zaman da muhafazakarlığa dek dokunuyor. Düşünün artık! İnsanın, "Ulan şu çiğ balık, şu börtü böcek kelebek, bizi uygar yapacaktı da, niye bunca yıl zahmet çekip ateş yaktık pişirdik?" diyesi geliyor. Hayır, keşke öğüre öğüre yediklerinizle bitse! Daha bunun abuk sporları, sabuk filmleri, saçma konuşmaları, sapan kıyafetleri... İşin zor dostum, bilmediğin otu yemeden modern olamazsın. Gereksiz ve anlamsız olmasının önemi yok yaptıklarının. Değişik ve daha evvel hiç yapmamış olman kafi.

Yalnız bir risk var; starası uğruna sıkıla sıkıla yaptığın o bir sürü manasız işin ardından debelenmek.

Nasıl mı yani?

Büyükler demiş ki; "Ala keçi gibi bilmediği otu yeyip debelenmeyesice!"

Neymiş?

Her taze ot yenmez.

Denizden baban çıksa, yenmez.

Hıı, her kuşun eti de. :)


ZEHRA AYDOĞDU

21 Mart 2010 Pazar

İrticaya Kapalı Mektup

Sevgili İrtica;

Evvela selam eder, akabinde kelama girer, sonra meramımı hitam’a erdirebilirm.

İsmet Özel’in senin için yazdıklarıyla başlamak istiyorum mektubuma: “ Eskiden ne iyiydi, irtica diye bir şey vardı. Gerektiği zaman irtica var, irtica hortladı derdik ve böylelikle siyasi rakibimizi köşeye sıkıştırırdık. Eskiden ne iyiydi. Defalarca peynir gemisinin lafla yürüdüğünü ispat etmişti. Şimdi öyle mi ya? Şimdi ne zaman irtica lafı etsek bazıları “ siz Müslüman değil misiniz?” diye soruyorlar. Ama eskiden ne iyiydi.” Ben de İsmet Özel’in avukatıyım, sözlerini savunma makamındayım. Malum sen yokken köprüden çok sular geçti, devir avukatlık devri şimdi. Gündemden haberdar mısın eskisi kadar bilmiyorum ama avukatlık son dönemlerde epey moda. Herkes birilerinin avukatlığına soyunuyor, tıpkı bir zamanlar seni potansiyel suçlu ilan ettikleri gibi…

Senin için Büyük Türkçe sözlük ne diyor diye baktım, şunlar yazılıydı: 1-“reca” dan dan, ümit etme, umma, korkulu umuş. 2-Geriye yönelme, gericilik. Her ikisi de seni anlatıyor diye düşünüyorum, bizi anlatıyor diye düşünüyorum irtica. Hem birileri senden feci halde korkup post modern darbe yapabiliyor, hem de Beni, Zehra’yı, Muhammed’i tehlikeli ilan edebiliyordu. Hey gidi günler…

Eskiden TV düğmesine basar basmaz seni duyardık kanallarda. Duyardık diyorum zira seni gören olmamıştı civarlarda. Epey medyatiktin o zamanlar, hatırlıyorum da. Birilerinin de sözde korkulu rüyasıydın aynı zamanda, ya da iktidar ortaklığı için bir can simidi de olabilirdin… Ortaokulda, lisede, üniversitede tüm dini kisvelerime, ritüellerime, bakışıma, duyuşuma seni iliştiriverirdim -aramızda kalsın bunu sırf eğlence olsun diye yüksek sesle dillendirirdimJ- Ben seni içselleştirdikçe, birilerinin bundan fena halde korktuğunu neşe dolu ellerle ovuştururdum.

Eskiden ne çok heybetliydin irtica. İsmin anılınca bir korku düşerdi malum yüreklere. Laike ablalar pasta, börek günlerinden kalkıp, malum pankartları nasıl kaptıklarını bilemeden meydanlarda alırdı soluğu, bağırdıkça içlerindeki korkunun azalacağına inanmışlardı besbelli. Biz de sana inanmıştık irtica, eskiden ne iyiydi, ismin anılınca heyyyt... Şimdi sana üniversite kampüslerinde, GATA’ DA, OYAK-Renault’ da, Ordu evlerinde filan rastlıyorum. O dehşetengiz gözlerin bakışları da gözümden kaçmıyor. Eskisi kadar korkutamıyorsun onları ama, bir zamanlar nefesini ensesinde hissedenler şimdi seni unutmuş gözüküyor irtica. Takıyye yapıyor olmasınlar sakın? Özellikle kampüste yasaklı bölgelerde başörtüsüyle dolaştığım esnada beliriveriyorsun, belki de içimden doğuyorsun irtica. Ben laikliğe yakalanmamak için dua ile kum serperken üstlerine seni hissediyorum kalbimde.

Hayır, nostalji olsun diye yazmıyorum bu mektubu sana, şunu bilmeni istiyorum yalnızca: Bir zamanlar senden korkanlar, şimdi başka başka şeylerden tir tir titriyorlar irtica. Biz ise o zamanda Allah’tan korkardık, şimdi de, aramızdaki muazzam fark buradan geliyor zannımca.

Mektubuma son verirken tekrar selam eder, heybetli günlerini trajik hatıralar ve tebessümler eşliğinde yâd ederim.

Rica ederim…

11 Mart 2010 Perşembe

Sana İyi Mızıkalar Dylan



Bırak kanasın yara

Yeter ki kınama

Yaralamışsa yaralayan

Bırak kanasın yara

Dindirmek için kanı

Beyhude uğraşma

Gönül ferman dinlemeyecek ne olsa

Sen de beni dinleme öyleyse

Yaraların üzerine tuz basmak

Pansuman yapmaktan daha evla

Hayır,çok arabesk olmadı

Zira bu şarkı böyle söylenmezdi

Makamı tutturamadı

Zaten beceremedim hiç şarkı söylemeyi

Anneme sordum da neden sesim yanık değil diye

Sesinin yanması için aşık olman lazım dedi

Anladım o zaman

Ciğerlerim ve sesim külleşmişti

Detone oldum hayatta

Türkülerim sevmeye gelince Yarım kaldı hep

Bunu bilmemiz lazımdı

“Ben bir selvi boylu yardan ayrıldım”

Deyince bitiyor işte şarkı

Sahnenin perdeleri kapanmadan evvel

Işıkları kapa olur mu?

İsraf olmasın hayatta

İsraf olanlara ağlamak da israf sonra

Bırak kanasın yara

Yeter ki kınama

İçlerde olan zaten orda

Zaten yaklaşıyor yaklaşmakta olan

Ben korkmuyorum senden

Allah’tan korkuyorsam bir sebebi var zira

Ama sebepsiz duyguları da var Allah’ın

Yalnız unutma

Sen ve ben

Sebepsiz değiliz!

Bob Dylan iyi söylüyor

Lakin

Malcolm X ya da Malik el Şahbaz

Müslümandı

Unutma

Sümeyra.

Bob gibi şarkı söylemek değildi muradım

Malcolm gibi hayatın baharında detone olmaktı

Sana iyi mızıkalar Bob

Mızıkma ama…

Sümeyra AKTAŞ

Bob ve Sara ve Mecnun dedem


Seni nasıl tanıdım? bilmiyorum.
Bir haberci beni tropik bir fırtınaya sürükledi
Sen oradaydın, kışın, kar üstündeki ayışığı
Ve zambak, göletteki dar geçitte,hava ılıkken...


Sara'yı nasıl tanıdı Bob?
Sara bir metafordan öteye geçti mi?
Bilinmez...
Mecnun hala benim dedem
Leyla ile evlenmedi iyi ki
Ben sevmem Leylaları
Bencil olurlar
Olan Mecnun dedeme oldu
O "oldu" Leyla durdu
Zaman mekan O 'na koşturdu
Çağıldamak için unutmamam lazım
Dünya ve sen ve ben ve o
Allah'ın mülkündeyiz
Ortak noktamız çokça
Yeter mi
Allah sahibimiz ya
Daha çok ortak nokta aramamız
Saçmalıktı düpedüz
Dünyanın her yeri Allah'ın
Unutma
Dünyanın kuytu bir yerine gitsen de
Allah her yerde
Ahiret nasıl bir yer?
Düşündün mü hiç?
Burası dünya
Ve ben artık çok sıkıldım...


Sara sara
Patiska elbiseli, esrarengiz akrep burcu insanı
Sara sara
İşeyaramazlığımı affetmelisin.


19 Şubat 2010 Cuma

Nijer'de Paşa Paşa Darbe Oldu!


Afrika ülkesi Nijer'de öğleden sonra çıkan karışıklığın nedeninin Binbaşı Adamou Harouna tarafından düzenlenen askeri darbe olduğu ortaya çıktı.Nijerli askeri kaynaklar, darbenin Binbaşı Harouna tarafından düzenlendiğini ve başarılı olduğunu söyledi.Ordu kaynakları da Devlet Başkanı Mamadou Tandja'nın isyancı askerlerce tutuklandığını belirterek, Devlet Başkanı ve bakanlarının devlet başkanlığı sarayından çok uzak olmayan bir yerde tutulduklarını kaydetti.Nijer'den öğle saatlerinde bakanlar kurulu toplantısının yapıldığı devlet başkanlığı sarayından silah sesleri duyulduğu ve dumanlar yükseldiği haberleri gelmeye başlamış, batılı kaynaklar bunun darbe girişimi olabileceğini söylemişti.Bu arada normal yayınına devam eden devlet radyosunun darbenin ardından askeri marşlar çalmaya başladığı bildiriliyor.

Askeri marşlar çalındığında ne hisseder bir insan.Bir kabile yönetimi,bir demokratik devlet,az gelişmiş ülke,çok gelişmiş ülke.İktidar hırsı insanlara özgü zira,sırtlanların da iktidarı vardır ama onun da bir kanunu vardır. Kanunsuz ormanda hak da hukuk da kış uykusundadır.Bir yazları gelir,o da kavurur gider.Bizim sürrealist dönem darbecilerini Nijer'e eğitime göndermek gerektiği kanaatindeyim.En azından 12 Eylül'den 28 Şubat'tan sonra ne oldu da olmadı onu görmelerini sağlarız.Orası geri kalmış bir ülke biz demokratikleşmeye mi çalışıyoruz dediniz.Asker darbe yapamadıktan sonra demokratikleşsek ne olur azizim.Bu çağda bu kafa yazık sana!Aslında Nijer ile birleşip ortak bir devlet kurabiliriz.Sivil yöneticilerin hepisini de bir adaya doldurup kaçarız.Askerimizle beraber yaşarız.Bence darbe yapmak serbest olsun.Özgürlük , iste isteyebildiğini.Oy liberalizm!Gözünü seveyim...


14 Şubat 2010 Pazar

14 Şubatta Dünyayı Yakalım


Şu benim divane gönlüm yine hubdan huba düştü…

Mahcemalin şulesinden, çalkalanıp göle düştü…

Bugün 14 Şubat…

Sokağa çıkma yasağı ilan ettim kendime

Kalbime sıkıyönetim uygulayacak bir yasa çıkardım

Gönlümün meclisinde

Ve

Niyetliyim sadece bugün sevmemeye!

Ve

Niyetliyim dünyayı ateşe vermeye!

Bugün aşk hakkında bildiğim ne varsa unutmak istiyorum

Çarşı Pazar dolanıp aşk arayanlara acıyarak bakmak

Ve ağlamak istiyorum.

Gözyaşlarımla kalbimi yıkamayı

Ve kalbimi 14 Şubat kirinden arındırmayı diliyorum.

Aşk pazara düşüp kapitalizme yem oldukça,

Ben ruhumu kirlenmiş hissediyorum.

Sana karşı daha bir hissizleşiyorum…

Sadece yaktığım ateşin içinde yanmayı diliyorum.

Bugün 14 Şubat…

Sokağa çıkma yasağı ilan ettim kendime

Kalbime sıkıyönetim uygulayacak bir yasa çıkardım

Gönlümün meclisinde

Ve

Niyetliyim sadece bugün sevmemeye!

Ve

Niyetliyim dünyayı ateşe vermeye!

Bugün varlık ile yokluk arasında gidip gidip gelmek istiyorum.

Tüm kalpli yastıkları, çiçekleri, pırlantaları, güllü afişleri,

Aşk pazarlayan kapitalist dükkânların camını çerçevesini,

Aşk şiirlerini, şarkılarını, romanlarını, filmlerini, öykülerini,

İnternet sitelerini, gazetelerin sevgililer günü eklerini, sahte âşıkları

ve dünyayı

ve seni ateşe vermek istiyorum.

Sadece bugün yaktığım ateşte ölmek

Ve

Ertesi gün yeniden dirilmek istiyorum.

İstiyorum ki

Aşktan zerrece anladığını düşünenler gerçekten Allah’a iman etsinler!

Ve

Diliyorum ki

Aziz Valentine anısına bu ayine katılmayıp, Aciz Mecnun dedemin ruhuna bir Fatiha yollasınlar!

Yusuf’u kaybettim Kenan ilinde, Yusuf bulunur Kenan bulunmaz

Bu aklı fikr ile Leyla bulunmaz, bu ne yâredir ki çare bulunmaz

Aşkın pazarında canlar satılır, satarım canımı alan bulunmaz

Diriler anlamaz ise de,

Sen anlamışsın derdimden; çağlar evvelinden,

İyi ki benden evvel öldün de görmedin bugünü

İyi ki kahrından değil aşkından öldün Yunus Emre…